13 Şubat 2016 Cumartesi

Aşk Furuğ ve Ölüm

"ben hüzünlü küçük bir periyi biliyorum okyanusta yaşayan ve yüreğini tahta bir kavalda usul usul çalan küçük hüzünlü bir peri geceleri bir öpücükle ölen ve sabahları bir öpücükle yeniden doğacak olan…"
Furuğ Ferruhzad





Mezarlığa inen bir merdivenin başında, çok uzun yoldan getirilmiş varsıl bir şiirle bekliyorum. Cebimdeki dizelerde bir kadın, kesintisiz ve çığlık çığlığa yaklaşık yarım asırdır haykırıyor. Mezarlığın kapısı, resmiyetle sabit bir zamanda ötelenecek ve mollaların verdiği yarım izinle şairin mezarının başında küçük bir anmam olacak. Bir vuslat anı. Furuğ ile buluşacağız. Sade, gösterişsiz ve yürekten bir anma. Ona kavuşacağım.
Günlerden perşembe. Aylardan kasım. Herhangi bir yıl. Saat bire doğru yürüyor ve benimle birlikte iki elin parmakları kadar bekleşenleri var meşhurlar mezarlığının. Benden daha mı çok seviyorlar şairi, benden daha mı çok duyumsuyorlar kadim acılarını, benden daha mı çok çekici buluyorlar toprağın altında bir kadını; hiç bilemiyorum. Sessizce bekleşiyoruz.
Saati geliyor, vakit vuslata erme vakti, iki kanatlı demir kapıdan giriyoruz içeri. Kapının kanatları mavi, sarı küçük camlarla donatılmış. Orta yerinde renksiz kocaman iki kanada yerleşik iki cam daha var. Dışarıdan bakınca mezarlığın içi seçiliyor. Tahran’ın, Elburz dağına sırtını vermiş kuzey yarısında, güz yorgunu bir bahçeye, soğuk, yıpranmış, yalnızlık biriktiren envayi türlü mezar taşları yayılmış. Şairler, hikayeciler, romancılar bedenlerini bu taşların altına saklamışlar. Bir şura toplanmış. Bana ne! Haksızlık değil ki; aşık olduğum için buradayım. İçlerinden birini ziyarete geldim. Önünde dikiliyorum. Saygıyla... Hayır, aşkla... Furuğ, bir tanrıçadır benim için.
Dizelerin mesafeyi kısalttığı çok uzak yoldan geldim, senin için. Eğilip boylu boyunca uzatılmış mezar taşına dokunuyorum. İki parmağımla kapısını çalmak, rahatsızlık vermek istiyorum. İnsan sevdiğini derin bir ölüm uykusunda bile uyandırabilir. Dizelerinin çığlığına dokunur gibiyim. Bir şairin dizelerindeki çığlığa dokunulabilir. Furuğ usulcacık doğruluyor, elini uzatıyor, iki elini birden. Kapkara saçlarından bir iki tutamı, gülen gözlerinin üstüne düşüyor. Sigarasını yakıyor ve “hoş geldin,” diyor. Tane tane, yavaşçacık Farsça konuşuyor.
“Gel ey adam, ey bencil yaratık
Gel, aç kafesin kapılarını...”
Keşke bana deseydin.
Baş eğmez bir kadının sesi duyduğum, mezarlıkta yankılanan. Furuğ’un dizeleri kendi sesinden mutlaka dinlenmeli. Her cesur erkek, kapılmayı göze alarak deneyimlemeli. Bir ses nasıl tanımlanabilir ki? Bilmiyorum. Bir deneyeyim; tekdüze, buğulu, çekici, gizemli bir ses onunki. Biteviye sözcükleri var ezbersiz. İki elini birden tutuyorum. Arada bir derin soluk alıyor ama vermiyor. Biriktiriyor. Belirsizce dışarıya doğru bir acı püskürtüyor, bağırıp, çağırmadan. Farsça ona çok yardımcı oluyor. Acıya acı katıyor, gizeme gizem, çekiciliğine çekicilik.
Birileri, kıskançlığımla malül bir tümce elbette, ölmüş olsa bile hala bu kadına aşık olabilir. Önce dizelerine, sonra çok içmiş yorgun bir gırtlaktan kulağa ulaşan sarhoş sese. “Bir ölüye aşık olmak bütün eski sevgilileri diriltmektir,” demişler. Dememişseler de demiş olduklarını varsayalım. Bütün eski sevgilileri gömmeye geldiğimi anımsıyorum oysa. Furuğ hepsini aşağıya, soğuğun içine çekecek. Bir anılar kabri büyütecek benim için, şurada. Bu mezar taşının altında. Ruhlarını kelepçeleyecek, kendi işkencelerimden sıyrılacağım. Bir onun dizelerine bağımlı kalacağım ahir ömrümde. Keşke müşterek olsak aynı hislerde. O hala ve hep uçarı...
“Vefa gösterdim bir adama
Ancak ayağının tersiyle vurdu o aşkıma ve umutlarıma...”
Ben değilim elbette, ne cüret!

Kızgın mısın benim kadar diye sorsam, öfkeli misin ve aşk acısı aslında derin bir kinin gizlendiği kocaman bir kabir midir?

Cevabını biliyorum: Sorunun ne ehemmiyeti var.
“Verdiğim her şey helal olsun ona
Ancak karşılıksız verdiğim gönlüm müstesna...”
Zweig’ın tanımıyla bir romancı kendi yerçekimi yasaları, kendi kişileri ve kendi yıldızlı gökyüzü ile bir evren yaratan dehadır. Ya şair? Yarattığı evrende yalnız ve mahzun varolmaya mahkum her daim konuşan bir ölü. Bir ölü! Furuğ her daim konuşabildiği için çağırdı; Tahran’a, ona geldim. Sonsuz bir yalnızlığa mahkum edilmiş bir ölüyü görmeye... Ondan önce sevdiğim tüm kadınları gömmeye. Mezar taşına dokunuyor ve itiraf ediyorum bunu. Dudaklarını ıslatıyor evvela, sonra gözlerini kısıyor, sigara dumanı rahatsız da etmiyor ama kısıyor gözlerini. Uzattığı ellerini tutuyorum. Her erkek acı vericidir, her erkek ömürden tüketir, düsturu bu. Dönüp uzanıyor mezarına.
Yere uzanmış bir taşın hiçlenebilecek ağırlığının altında yatıyordu. Başucunda bir çıra, arzusu mucibince dikilmiş, çiçeklerle bezenmiş bir avuç toprak örtüsü. İşte şair budur. Ölü, suskun, yalnız ve tehlikeli...
Herkes bir ölü kadına aşık olabilir; meğer ki adı Furuğ olsun!
Bir araba kazasında başını çarpıyor ve oracıkta ölüveriyor Furuğ. Bir şair gibi ölüyor. Elleri elimde; yanılmışsınız diyor. Bir araba kazası tezgahlanıyor belki de; başına son bir darbe iniyor ve bir şair gibi ölüyor. Yanılmadık, Furuğ’u dizeleri kadar öldüren ne olabilir ki? Annesi ağlıyor, siyah beyaz bir filmin kalabalığında. Gözyaşı bittiğinde yağmur suları çoğalıyor. Mezar içleri, kavi bir mahzunlukla yağmur sularını emiyor.
Bekleşiyorduk az evvel. Mezarlık kapıları sabır telkin ediyordu. Kapılar, önünde bekleşmek için zati. Bir şairin ölüsü yatıyordu içeride. Sonsuz bir yalnızlığa mahpus edilmiş zindanıdır mezarı. Taşına iki parmakla değiyorum. Adettendir diye.
Selamünaleyküm!
Elinde bir sigara ile doğruluyor. Dumanını üflüyor erkek suratlarımıza. Kadınlara yasak bir mezarda yatırıyorlar onu.
Aleykümselam!
Biri, mezarlık şarkıcısı olmalı, biri, elinde bir kemanla bağrımıza işlemeli şair çığlıklarını. Furuğ, bir kadın, önce, her şeyden önce. Furuğ sonra şair. Belki kadın şair. E, ne çok var değil mi? Değil! Furuğ, bir direniş öyküsü, bir cüzzam karantinası. Kara elleri dokunacak bekliyorum. Dokunuyor. Furuğ, varlıkla yokluk arasında bir kadın. Mahkum. Yalnız. Yalnız...
“Bu dışı zahit güruhla
Kolay değildir bu mücadele biliyorum...”
Furuğ’un doğduğu 1935’in beş ocağında, ay,  güneş ile dünya arasına sokulup ışığı kesti. Güneş tutuldu diyorlardı ama İran zaten koca bir zindandı. Kadınlara karanlık bir memleket. Erkeklere işkencehane... Rıza Pehlevi’nin bakanları ya zindanlarda öldürülüyor ya da intihar ediyorlardı. Furuğ gelebileceği kadar erken gelmişti dünyaya. Gelebileceği cehennemi kendi seçmiştir. İnattır.
Mezar taşını tercüme ediyorlar, ben başucunda dikiliyorum.
“Ben gecenin ve karanlığın bağrından konuşuyorum sizinle
Eğer benim evime gelirseniz bir çıra getirin
Ve bir pencere açın oradan...”
Ona geldim.
Bir karanfil koyuyorum, içinde saklı şiir. Varsıl bir şiir. Yoksul dizeleri hiç olmamış bir kadının mezarındayım. Aşkımı itiraf etmeye geldiğimi biliyor. Bir film çekecektir dünyaya dönse. Ben şiirlerinde yaşamayı seçtiğim için görmezlikten geliyorum. Tüm eski sevgililerimi, aşklarımı gömüyorum ona ait ışığın altına.
 Yolculuyor.
“Bir daha gelme!”
Furuğ, mezarlığın ışıklar içindeki kraliçesi. Ellerini alıp gidiyor.
“ve bu benim
yalnız bir kadın
soğuk bir mevsimin eşiğinde,
yeryüzünün kirlenmiş varlığını anlamanın
başlangıcında
ve gökyüzünün yalın ve hüzünlü umutsuzluğu
ve bu beton ellerin güçsüzlüğü...”


Mustafa Doğan - Kasım 2015 / Tahran

8 Şubat 2016 Pazartesi

Daktilo

“..dün, bugünün anısından ve yarın, bugünün düşünden başka bir şey değildir”
Halil Cibran/ Ermiş/ s:34  






Hazirandı. Havanın serinliği mevsimi yalanlıyordu. Bu biraz gecenin, biraz da hikâyeyi dinlerken kanımın çekilmesinin etkisi idi.

Dinlemeyi çok arzu ettiğimi biliyordu, ama yol boyunca tek bir kelime söylemedi. Ben de ısrar etmedim. Çünkü tembihliydim. “Sana bunu orada anlatacağım” demişti. Bir şeyi ikinci kez söylemeyeceğini, o noktada susacağını bilecek kadar iyi tanıyordum onu. Israr etmeyişimin sebebi merak etmemem ya da içimden “Ya ne olurdu, yol boyunca azar azar anlatsa, dinleye dinleye tüketsem yolları, vardığımızda, tam söylediği yerde final yapsa” demediğimden değil, onu bildiğimdendi.

Bir buçuk saat uçak yolculuğunun ardından havaalanında kiraladığımız araçla, iki saat de kara yolculuğu yaptık. Benim için hatırı sayılır bir yolculuktu. Ama ne hikmetse hiç yorgunluk ve ağırlık hissetmiyordum. Aksine dingindim.

Ege’ye varış benim için gündüz gözüyle olmalıydı. O maviliğin gözlerimden başlayıp iliklerime kadar teneffüs etmesini sevmişimdir hep. Gecenin ışıltısı, ışıkların suda yansıması da ayrı bir güzellik, hatta görsel şölen, ama tercih şansım olsa her zaman gündüzü seçerim. Olmadı. Hava kararmaya başlamıştı.

Kuşadası’nın girişinde heyecanım arttı. Sessizliği bölen olmak istemediğim için bir şey sormadım. Ama meraktan ölmek üzereydim. Önce rezervasyon yaptırdığımız pansiyona mı gidecektik, yoksa bana öyküsünü anlatacağı yere mi? Her ikisine de hazırdım. Ben düşünürken, bir balıkçı barınağının önünde el frenini çekti. Önce öyküyü dinleyecektim.

Yolda durup, şarap, kadeh ve tirbuşon almasından anlamalıydım aslında…

Hiç konuşmadan araçtan indi, onu izledim. Bagajı açtı, orayı tezgâh gibi kullanıyordu. Şarabı kadehlere doldurdu. Birini bana uzattı. Aracı park ettiği yerin az ilerisindeki banka doğru yöneldi. Galiba neresinden başlayıp, ne kadarını anlatabileceğini tartıyordu. Bu sessizlikte; onun anlatmadan, benim dinlemeden dolan gözlerimizin de payı vardı. Onun için anlatmak ne kadar zorsa, benim için de dinlemek…

Oturdu. Yanına iliştim. Sevgili gibi değil de yeni tanışan iki arkadaş gibiydik. Onun kadehi aramızda, benim kadehim elimdeydi… Uzaktan bakan birisi, bizi tesadüfen oraya gelmiş oturmuş iki insan zannederdi. İkimizi bir araya getiren öykünün böyle ayrıştırmasını yadırgamadım. Çünkü o an benim yanımda değil, anılarının içinde, bitmiş olmasına rağmen kıskandığım kadının yanındaydı. Bitmek! Aşkta var mı? Bence yok…Mungan'nın öyküsünün son cümlesini anımsadım "Bir aşk birçok aşktan yapılıyor ve ayrılınmıyor hiçbir seferinde!"

Deniz, kayıklardan yayılan renkli ışıkların yansımasıyla uzaktan izlenen lunaparka benziyordu.

"Burası” dedi. Nefesimi tuttum.

Onun için ne kadar özel olduğumu, buraya kimseyi getirip anlatmadığını, bunun istisna bir durum olduğunu söylemeyeceğini biliyordum. O da söylemediği halde bu ayrıcalığın farkında olduğumu biliyordu. Beklediğim gibi konuya direkt giriş yaptı

“Âşık olmuştum.”

Şu karşıki kayıkta çilingir masamı kurmuş gün batımını izliyordum. Ne zaman gelip bu banka oturduğunun farkında değildim. Sigaramı yaktığım an, geldi, “Çakmağınızı alabilir miyim” dedi, “İsterseniz rakı bile alabilirsiniz” diye cevap verdim. “İsterim” dedi ve yanıma oturdu. Bir iki kadeh içtik, havadan sudan konuştuk, hoş muhabbet oldu. Müsaade istedi ve gitti.

Sabahtan başlayıp bütün gün, tekrar gelir mi acaba diye içten içe düşünürken, oyalanmak için balığa çıktım. Gelirse yemeğimiz hazır olsundu. Oltayı attım ucunda balıkla çektim. Balığa baktım; onu tekrar denize atsam, özgürlüğünü versem, o bunu ister miydi? Yoksa “Sana ne be adam, geldim işte, gerisi benim sorunum” mu derdi. Bunu düşündüm, onu düşündüm derken akşam oldu. Aynı saatlerde yine çıkıp geldi. Bu kez doğrudan doğruya kayığa. Renk skalasından oluşan puzzlemın noksan parçası tamamlanmış oldu gelişiyle. Mangalda yanan ateşin kırmızısı, gün batımının turuncusu ve saçlarının sarısı karşısında manzaram doyumsuz, sohbet akıcıydı. Nerelisin, ne yapıyorsun, burada mı yaşıyorsun hiçbir şey soramadım. Sohbetin sonunda sorarım diye erteledim, galiba biraz da bilmekten korktuğum için erteledim. Anı yaşa derler ya, anı yaşadık… Yine müsaade istedi ve gitti. O esriklikle uyumuşum.

Sabah uyanınca başladım kendime küfretmeye, nasıl hiçbir şey sormazsın, nasıl hiçbir bilgisini almazsın… Ya gelmezse diye kaygılanıyor ama diğer yandan da belki gelir diye de ümitlenip hazırlık yapıyordum… Bu kez üzerime bir ağırlık çöktü, aperatiflerden bir masa hazırladım.

Tüm organlarımın yer değiştirdiği, hiç birine söz geçiremediğim, bildiklerini okudukları o saat. Gün batımı; gelişini haber veren bir alarmdı artık benim için.

Bu kez çok kararlıydım, gelir ise, onu yakından tanımak için ne gerekiyorsa soracaktım. Aynı saatte elinde el işi bir masa örtüsü ile çıkıp geldi. Örtüsüz masada yemek yemeyi sevmiyormuş. Katıla katıla güldüm; kayık ve örtü. Bir kaç kadeh içtik, aynı türküleri sevmek, aynı dünya görüşüne sahip olmak, konuştukça sevinçten çıldırayım mı yoksa kahrımdan öleyim mi bilemiyordum. El işlerine olan merakından, yöresel motiflerden bahsetti. Hiç ilgilenmediğim bir konu olduğu halde onu saatlerce dinledim. O mu güzel anlatıyordu, konu mu değişik gelmişti bilmiyorum.

Kayığın sudaki hafif hafif sallanışı, konuşmanın ritmi, sarhoşluğun etkisi ile sanki dans ediyormuşuz hissini yaşatıyordu bize. Bir ara durgunlaşınca önemli bir şey söyleyeceğini anladım. “Bu gece burada seninle uyumak isterim.” Rahat edip edemeyeceğini sorgulamadım, öyle istemişti. Mutlu oldum. Omuzlarımıza polar şal aldık, başı göğsümde, kokusu burnumda öylece uyuyup kalmışız. Uyandığımda yoktu. Omzumda bir boşluk, masanın üzerinde maket bir daktilo ve not vardı. Yaz. Mevsimi niye yazmış derken, birden şimşek çaktı. Yaz, okuyacağım demek istediğini anladım… Yaşananlar düş müydü, gerçek miydi diye düşündüm. Masada örtü ikinci bir kadeh ve hediyesi olmasa, kesinlikle düş derdim. Akşam oldu, gün battı gelmedi. Sırtüstü uzandım.

Aşk insanı kündeye getirince, yıldızların nasıl parlak, nasıl uzak, nasıl dokunulmaz olduğunu anlıyorsun.

Aşk, gidenin ardından yüreğin sızlaması, yeri dolmayan bir boşluk ve geleceğine dair ümit imiş…

Dünya benim için kum saati idi artık; gün batımında getirdiğini gündoğumunda alan.Toparlanmam hayli zaman aldı.

Sonrasını biliyorsun” dedi.

Konu bana gelince yine sustu… O maket daktiloya dokunduğumdaki bağırışını, kırgınlığımı hiç unutmayacağım… Özür dilemeden, kendini affettirmenin en naif yolunu seçmişti. Sana bunu yerinde anlatacağım dediğinde çok derinlerinde sakladığı özel bir anısı olduğunu anlamıştım.

Yarım kalan aşk öykülerini ancak ölüm tamamlar.

Onun bir tarafı bu hikâye ile ölmüştü, onun için üşümüyordu. Ben ise üşüyordum ama bunu ona söylemiyordum.


26 Aralık 2015 Cumartesi

Bir Yıl

"sadece günlerdir, zaman, yalnızca günlerin arasından akıp gider"
  Hermann Broch /Vergilius’un Ölümü /s:57

                                                                                              



Her yıl sonu, ister istemez düşünüyor insan; ben bu yıl ne yaptım? Kişisel tarihime ne kattım? Yaşam felsefemde ne gibi değişikler oldu…  Dönüp bakıyorum, ay ay, gün gün…

Blog’umun  bir yaşını kutladım. Benim için çok kıymetli  bir uğraş. Yazılarım için aldığım iltifatlar kadar çok az şeyden  memnuniyet duydum… On iki yazı ile, iki binden fazla okunma mutluluk verici bir başarı.

İki üç yıl aradan sonra -çok keyifli saatler yaşadığım – ekibimle  halk oyunlarına başladım. Yine adım adım memleketi dolaşıp; halayı, horonu, kaşık havası, zeybeği ile her yöreden bir adım, her  ezgiden bir duygu yaşayacağım.

Yılın ikinci yarısı, bol eğitimli geçti. Yolculuklar, telaşlar, bir kadeh şarap ile unutulan yorgunluklar… İstanbul’u dinledim, öğrendim.. İşim için önemli iki sertifika aldım.

Çok güzel kitaplar okudum  bu konu da mütevazı olamayacağım, seçme ve tavsiye üzerine okuduğum  için okuduğum her bir kitap diğerinden güzeldi. .. “Güzel kitaplar, güzel dostluklar, ya da güzel dostluklar güzel kitaplar getiriyor”  her haliyle bu söz benim için yaşam buldu

Güzel kitap konusunda olduğu gibi dostlarım konusunda da mütevazı olamayacağım. 2015 bana, yeri dolmaz dostlar kattı .

Dostluğu zaman ve mekandan bağımsız yaşayabilen şanslılardanım… Dostlarım ve yaşamımdaki herkes, istediği zaman sorgusuz sualsiz gitme hakkına sahiptir. .. Hayatımın hiçbir evrensinde ısrarcı olmadım. Bu da bana,  kendi kendime tutunarak ayakta kalmayı öğretti.

Yıl içerisinde, unutamayacağım, daha doğrusu Zorba’nın  dediği gibi “ unutmaktan korktuğum”, kendimi kıskandığım anlar yaşadım. Zamanın kıymeti  bu anlarla ölçülüyor ise, benim için paha biçilmez bir yıldı…

Madalyonu çevirdiğimde çok üzüldüğüm, incindiğim, pişmanlık duyduğum telafisi mümkün olmayan anlar da var. Yaşam son bulmadan, sürprizler,  kırgınlıklar, ayrılıklar da son bulmayacak sanırım…
  
Yaşım ilerledikçe, daha içime, daha kendi dünyama dönüyorum, o küçük dünyada mutluyum… İçerisi çok keyifli… Ailem, dostlarım, kitaplarım ve  anılarım… Az ve öz…

Vazgeçme yetisine sahip olmadığım için; hayatıma çok nadir insan dahil ediyorum.
Onlar da buna değecek insanlar oluyor… Bu yetiyi  esirgeyen  Tanrı, seçme becerisinde ayrıcalıklı davranmış…

Bir yıla bakayım derken, yaşamımın tamamına  baktığımı fark ettim… Anılar inci gibi, tek tek oluşuyor ve  zaman zincirinde yerini alıyor…

İnsan bazen belleğine hayret ediyor; yılları bir soluğa nasıl da sığdırıyor.

Gelecek yıl bana ne getirsin diye kendime sorduğumda; “var olanlar gitmesin yeter “ diyorum…

Sizler için dileğim; yeni yıl gönlünüzdekini getirsin… 

15 Ekim 2015 Perşembe

Sürgünde Bir Kovboy


"Doğan gün umutlara gebedir"
Jean Yvane /Sürgünde Bir Kovboy /s:60



Yaşamı katlanılabilir kılan şey, belki de güzel tesadüfler. Bir dost sahaf önerisiyle edindiğim öykü kitabına, en az öykü kadar, dostluk ve vefa kokan bir yazıda rastladım.

“o zaman iyi geçirilmiş bir yaşamın; bazıları için acının ta kendisi olduğunu düşündü” cümlesini okuduğumda, acıyı ortak dil edinenlerin, ortak paydasında bu kitap olmalı diye düşünmüştüm. Sanırım yanılmamışım…


Sürgünde Bir Kovboy – Azıcık Tanıtım, Azıcık Eleştiri Yazısı
Sözcükler, yazarının eline düşünce, onun kurgulayabileceği dünyanın tek sınırı vardır: düş gücü. Bu düş gücü kimi yazarlar için sınırı çizilemez bir hal almaz mı? Bilim insanlarının, din adamlarının, -onlara da bir gün cinsiyetçi tavrı reddedip din insanları diyebilecek miyiz- hatta politikacıların mesnetsiz zırvalamalarının bile “görülebilen ufukları,” yazar tarafından alaşağı edilir. Yazar,  teması olarak seçtiği insanı, doğayı, dünyayı ya da ruhu öylesi bir tasvir ile “görülebilen ufukların” arkasına taşır ki; sınırlamacılar, düşünce korkakları, sansürcüler apışıp kalırlar. Öylesi kitaplardan birini okudum geçenlerde. Yazmaya çalışacaktım, aldığım notlar vardı, erteledim. Kitaba, sözcüklere ve yazarlara dair yukarıdaki açıklamayı yapıyorum çünkü, kestirmeden büyülü gerçeklik deyip de güdükleştirmeme niyetindeyim. Okutana, vesile olana bir müteşekkir olma halim var oradan devam edeyim. Kitabı, olasıdır; kitabevi raflarında bulmak güç. Azimli okur için kaynak iyi bir sahaf ya da kitap armağan etmeyi becerebilen duyarlı bir dost olabilir.

Sürgünde Bir Kovboy, bu girizgahın objesidir.

8 Eylül 2015 Salı

Eleştiri


“Niçin ilk defa gördüğümüz bir peynirin evsafı hakkında söz söylemekten kaçtığımız halde ilk rast geldiğimiz insan hakkında son kararımızı verip gönül rahatlığıyla öteye geçiveriyoruz.”Sabahattin Ali / Kürk Mantolu Madonna




Neden sürekli eleştiriyoruz?

Özellikle, sosyal medyada okuma üzerine…

“Twitter’da Facebook’ta paylaşmak için okuyorlar.” “Takipçi sayılarını arttırmak için, beğenilmek için kitaplardan paylaşımlar yapıyorlar.” Sürekli bir eleştiri bir küçümseme hali…

Okurun az olduğu memleketimizde, böyle eleştirme hakkına sahip miyiz? Bence değiliz. İnsanlar okusun. Heves kırmamak lazım. Belki önce paylaşım için okuyacak, sonra keyif alacak ve sürekli okuyacak. Merdiven ve basamak ilişkisi gibi düşünüyorum. İlk basamağa basmadan tepeye çıkamayız. Herkes kolejden, iyi edebiyat öğretmenlerinin elinden geçmiyor veya okuma alışkanlığı olan ailede yetişmiyor.

Vay efendim “kitapla fotoğraf çektirmek için kitap alıyorlar.” Alsınlar. Dünyanın en güzel objesi, çektirsin  fotoğraf ne var?

En somut örneklerden birisi de; Kürk Mantolu Madonna, çok fazla alıntılama yapıldığı, çok satılanlar listesinde hep liste başı olduğu için, en çok da onun üzerinden yürüyor eleştiriler. Karikatürünü de yaptılar. Kürk Mantolu Madonna, bir bu kadar daha okunsa hiç ses etmem, keşke okunsa. Edebi derinliğine inilmeden, felsefi olarak tartışılmadan, yazarının bu memlekette ne çektiği sorgulanmadan, düz bir aşk hikâyesi gibi okunması elbette tartışılmalı. Bu bir bilinç. Biz de bilinçli bir toplum olma yolundayız. Bunu kabullenip ona göre eleştiride bulunmalıyız. Okullarımızda edebiyat dersinden bize kalan sadece “failatün failatün failatün failün” Ezbere dayalı  eğitim sisteminden de başka bir beklentimiz olamaz.


“Kitapların içinden cümleler seçilip yazılıyor”, sık rastladığım eleştirilerden birisi de bu. Seçilsin. O cümleyi paylaşan kendinden bir şeyler bulduğu için paylaşıyordur,  bunu da seçici algısıyla yapıyordur. Tezer Özlü’ nün dediği gibi; “Tek bir kelimeden binlerce anlam çıkardığım günler de oldu, yazılan uzun cümleleri görmezden geldiğim günler de.”
Diğer yandan, belki o cümleyi kuran yazar merak edilecek, belki o eser merak edilecek. Ve bir kitap okunacak.
Burada sorun; cümlenin doğru alıntılanıp alıntılanmadığıdır.  Nazım’ın diye ne şiirler, Can Dündar’ın diye ne makaleler okuyoruz.  Bunu hep birlikte eleştirelim.


Konu nitelik ve nicelik tartışması değil. Konu edebi değeri olan- olmayan eser tartışması da değil. Bunlar çok başka şeyler… Düşüncelerim, popüler kültüre hizmet ediyor gibi algılanabilir. Değil. Ben de karşıyım ona, seçici bir okur olarak fikrim; nitelikli, bize değer katan eserler okumaktan yana. Fakat fikrimin bu olması bana kimseyi aşağılama hakkını vermez.

Bu memleket cahili kadar, entelektüelinden de çekti. İnsanları dışlamadan yana değil, kazanmadan yana olmalıyız.

“Oymacılıkta kural eleştirilerde de geçerlidir, oyulacak yer kesilmez.” Kesmeyelim. Güzele, güzelliğe evirelim…

20 Mayıs 2015 Çarşamba

Gölgeli Şarkı


"Günler uzun bir tespihin taneleri gibi art arda diziliyordu"
Maria Barbal/ Gölgeli Şarkı




Okuduğum kitap, edebi tür olarak bir novella. Benim için ise; küçücük bir roman, kocaman bir öykü.

Kadının her hali; çocuk, genç-aşık, yetişkin-anne, olgun-eş ve büyük-anne. Saç örgüsü zarafetinde yıllar ve duygu geçişleri…

Köyde geçen harika bir öykü… Dağ bayır, dere tepe dolaşmak, betonların arasında okurken , doğanın yeşille ve suyla ritmini hissetmek…

Yazarın yetiştiği coğrafyanın koşullarını bir cümle ile anlıyoruz “iş çok, ekmek kıttı”. Emeğin yüceliğini, çalışmanın meşakkatini, çalışırken neler kaçırdığımızı, görüyoruz…

Kadın olmak zor, her yaş da ve coğrafyada… Bazen çalışmaya sığınıyoruz, bazen çocuklara… Bunları yüreğimizin bam teline basarak anlatmış yazar…

Mülkiyet mi, insanca yaşamak mı sorgusu?.. Öğrendiklerimizi yaşama geçirmede ne çok zorluk çekeriz. “İnsanlar nesnelerden daha önemlidir ama, anlamakta zorlanıyordum.” diyor

Altını bir değil, bir çok kez çizmek, sayfayı kazımak istediğim cümlelerden biri: “aşık olup çılgın gibi sevinç hissettiğim o dönemi bir kayıp cenneti hatırlar gibi hatırladım”

Kırılan düşlerimizi, yüreğimize gömdüklerimizi bulmaz mıyız bu cümlede? “Günler yüreğimin üzerinde bir mezar taşı gibiydi”

Zamanın uzunluk birimi acılarımıza göre değişiyor, “sanki, bir buçuk ayda bir sürü yıl yaşamıştım” diyor yazar…

Çocukluğumuzdan içimize işlemiş, köklerimizin olduğu toprak kokusu, o özel rayiha, belleğimizi tazeler. Onu duyumsadığımız an bedenimiz nerede olursa olsun, ruhumuz yola düşer; çocukluğumuza ve köyümüze gider…

Yaşamda acıyla, yoklukla, güçlükle, mücadele ettiğimiz sürece varız.

“İçimde çoktan havluyu atmıştım” dediğimizde, ancak o zaman, dans biter; şarkılarımıza gölge düşer…

Bunu bize 92 sayfada anlatan bir yazar var… İyi ki var, iyi ki yazmış…

26 Mart 2015 Perşembe

Sis


“Büyük bir olasılıkla aşkla kıskançlık aynı anda doğuyor, aşkı ortaya koyan kıskançlıktır.” 
Miguel de Unamuno / Sis/s:113





Oturduğum cafe denizi uzaktan görüyordu. Siste kaybolan gemileri siren sesleriyle fark ettim. Denizin üzerine gri bir duvak atılmış gibiydi. 

Havanın sakinliğine inat, belleğimde fırtınalar kopuyor… Karşı masaya göz ucuyla bakıyorum, liman sükûnetinde… Kim bilir ne düşünüyor?.. 

Sisin kaynağı, karşı masada oturan adamın, tablada duran sigarasıydı sanki. Sigaranın dumanı cama çarpıp dışarı süzülüyor, oradan denize, şehre,  oradan tüm kainata yayılıyordu.

Adam, çayı, sigarası ve göremediğim ama varlığından emin olduğum birisiyle karşı masada oturuyor. Ben, çayım,  kitabım ve kaygılarımla duvarın dibindeki masada…İkimiz de siren sesinin geldiği yöne döndük… Gözlerimiz denize yönelmişti ama biz içimize bakıyorduk.

Dargın gidecek ne vardı?.. Hem hayıflanıyor hem de  ona haksızlık mı ettim diye kendimi sorguya çekiyordum. Bir savcı, bir avukat oluyordum.

Yâr ile başladığım kavga ağyârla bitiyor. Kurguladığım senaryonun içinde hapsoluyorum. Acabalar canıma okuyor. Küsüyorum, barışıyorum. O bunlardan habersiz… Hiç de olmayacak .

Kıskandım. Amaç buysa başarılıydı. Kıskanmak çok insani bir duygu değil midir; karşı tarafın özgürlüğünü kısıtlamadığı sürece? Sonuçta her ilişki kendi iç dinamiklerini zaman içinde oluşturuyor. Özgürlük çerçevesini birlikte çiziyorsun. Ya kıskandırmak? Koşulsuz, izahsız; basitlik  ve sığlık değil midir?. Kişinin akademik kariyerinin, sosyal statüsünün, maddi gücünün bir önemi kalır mı, böyle bir acziyete düştükten sonra…