Ölüm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ölüm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Şubat 2016 Cumartesi

Aşk Furuğ ve Ölüm

"ben hüzünlü küçük bir periyi biliyorum okyanusta yaşayan ve yüreğini tahta bir kavalda usul usul çalan küçük hüzünlü bir peri geceleri bir öpücükle ölen ve sabahları bir öpücükle yeniden doğacak olan…"
Furuğ Ferruhzad





Mezarlığa inen bir merdivenin başında, çok uzun yoldan getirilmiş varsıl bir şiirle bekliyorum. Cebimdeki dizelerde bir kadın, kesintisiz ve çığlık çığlığa yaklaşık yarım asırdır haykırıyor. Mezarlığın kapısı, resmiyetle sabit bir zamanda ötelenecek ve mollaların verdiği yarım izinle şairin mezarının başında küçük bir anmam olacak. Bir vuslat anı. Furuğ ile buluşacağız. Sade, gösterişsiz ve yürekten bir anma. Ona kavuşacağım.
Günlerden perşembe. Aylardan kasım. Herhangi bir yıl. Saat bire doğru yürüyor ve benimle birlikte iki elin parmakları kadar bekleşenleri var meşhurlar mezarlığının. Benden daha mı çok seviyorlar şairi, benden daha mı çok duyumsuyorlar kadim acılarını, benden daha mı çok çekici buluyorlar toprağın altında bir kadını; hiç bilemiyorum. Sessizce bekleşiyoruz.
Saati geliyor, vakit vuslata erme vakti, iki kanatlı demir kapıdan giriyoruz içeri. Kapının kanatları mavi, sarı küçük camlarla donatılmış. Orta yerinde renksiz kocaman iki kanada yerleşik iki cam daha var. Dışarıdan bakınca mezarlığın içi seçiliyor. Tahran’ın, Elburz dağına sırtını vermiş kuzey yarısında, güz yorgunu bir bahçeye, soğuk, yıpranmış, yalnızlık biriktiren envayi türlü mezar taşları yayılmış. Şairler, hikayeciler, romancılar bedenlerini bu taşların altına saklamışlar. Bir şura toplanmış. Bana ne! Haksızlık değil ki; aşık olduğum için buradayım. İçlerinden birini ziyarete geldim. Önünde dikiliyorum. Saygıyla... Hayır, aşkla... Furuğ, bir tanrıçadır benim için.
Dizelerin mesafeyi kısalttığı çok uzak yoldan geldim, senin için. Eğilip boylu boyunca uzatılmış mezar taşına dokunuyorum. İki parmağımla kapısını çalmak, rahatsızlık vermek istiyorum. İnsan sevdiğini derin bir ölüm uykusunda bile uyandırabilir. Dizelerinin çığlığına dokunur gibiyim. Bir şairin dizelerindeki çığlığa dokunulabilir. Furuğ usulcacık doğruluyor, elini uzatıyor, iki elini birden. Kapkara saçlarından bir iki tutamı, gülen gözlerinin üstüne düşüyor. Sigarasını yakıyor ve “hoş geldin,” diyor. Tane tane, yavaşçacık Farsça konuşuyor.
“Gel ey adam, ey bencil yaratık
Gel, aç kafesin kapılarını...”
Keşke bana deseydin.
Baş eğmez bir kadının sesi duyduğum, mezarlıkta yankılanan. Furuğ’un dizeleri kendi sesinden mutlaka dinlenmeli. Her cesur erkek, kapılmayı göze alarak deneyimlemeli. Bir ses nasıl tanımlanabilir ki? Bilmiyorum. Bir deneyeyim; tekdüze, buğulu, çekici, gizemli bir ses onunki. Biteviye sözcükleri var ezbersiz. İki elini birden tutuyorum. Arada bir derin soluk alıyor ama vermiyor. Biriktiriyor. Belirsizce dışarıya doğru bir acı püskürtüyor, bağırıp, çağırmadan. Farsça ona çok yardımcı oluyor. Acıya acı katıyor, gizeme gizem, çekiciliğine çekicilik.
Birileri, kıskançlığımla malül bir tümce elbette, ölmüş olsa bile hala bu kadına aşık olabilir. Önce dizelerine, sonra çok içmiş yorgun bir gırtlaktan kulağa ulaşan sarhoş sese. “Bir ölüye aşık olmak bütün eski sevgilileri diriltmektir,” demişler. Dememişseler de demiş olduklarını varsayalım. Bütün eski sevgilileri gömmeye geldiğimi anımsıyorum oysa. Furuğ hepsini aşağıya, soğuğun içine çekecek. Bir anılar kabri büyütecek benim için, şurada. Bu mezar taşının altında. Ruhlarını kelepçeleyecek, kendi işkencelerimden sıyrılacağım. Bir onun dizelerine bağımlı kalacağım ahir ömrümde. Keşke müşterek olsak aynı hislerde. O hala ve hep uçarı...
“Vefa gösterdim bir adama
Ancak ayağının tersiyle vurdu o aşkıma ve umutlarıma...”
Ben değilim elbette, ne cüret!

Kızgın mısın benim kadar diye sorsam, öfkeli misin ve aşk acısı aslında derin bir kinin gizlendiği kocaman bir kabir midir?

Cevabını biliyorum: Sorunun ne ehemmiyeti var.
“Verdiğim her şey helal olsun ona
Ancak karşılıksız verdiğim gönlüm müstesna...”
Zweig’ın tanımıyla bir romancı kendi yerçekimi yasaları, kendi kişileri ve kendi yıldızlı gökyüzü ile bir evren yaratan dehadır. Ya şair? Yarattığı evrende yalnız ve mahzun varolmaya mahkum her daim konuşan bir ölü. Bir ölü! Furuğ her daim konuşabildiği için çağırdı; Tahran’a, ona geldim. Sonsuz bir yalnızlığa mahkum edilmiş bir ölüyü görmeye... Ondan önce sevdiğim tüm kadınları gömmeye. Mezar taşına dokunuyor ve itiraf ediyorum bunu. Dudaklarını ıslatıyor evvela, sonra gözlerini kısıyor, sigara dumanı rahatsız da etmiyor ama kısıyor gözlerini. Uzattığı ellerini tutuyorum. Her erkek acı vericidir, her erkek ömürden tüketir, düsturu bu. Dönüp uzanıyor mezarına.
Yere uzanmış bir taşın hiçlenebilecek ağırlığının altında yatıyordu. Başucunda bir çıra, arzusu mucibince dikilmiş, çiçeklerle bezenmiş bir avuç toprak örtüsü. İşte şair budur. Ölü, suskun, yalnız ve tehlikeli...
Herkes bir ölü kadına aşık olabilir; meğer ki adı Furuğ olsun!
Bir araba kazasında başını çarpıyor ve oracıkta ölüveriyor Furuğ. Bir şair gibi ölüyor. Elleri elimde; yanılmışsınız diyor. Bir araba kazası tezgahlanıyor belki de; başına son bir darbe iniyor ve bir şair gibi ölüyor. Yanılmadık, Furuğ’u dizeleri kadar öldüren ne olabilir ki? Annesi ağlıyor, siyah beyaz bir filmin kalabalığında. Gözyaşı bittiğinde yağmur suları çoğalıyor. Mezar içleri, kavi bir mahzunlukla yağmur sularını emiyor.
Bekleşiyorduk az evvel. Mezarlık kapıları sabır telkin ediyordu. Kapılar, önünde bekleşmek için zati. Bir şairin ölüsü yatıyordu içeride. Sonsuz bir yalnızlığa mahpus edilmiş zindanıdır mezarı. Taşına iki parmakla değiyorum. Adettendir diye.
Selamünaleyküm!
Elinde bir sigara ile doğruluyor. Dumanını üflüyor erkek suratlarımıza. Kadınlara yasak bir mezarda yatırıyorlar onu.
Aleykümselam!
Biri, mezarlık şarkıcısı olmalı, biri, elinde bir kemanla bağrımıza işlemeli şair çığlıklarını. Furuğ, bir kadın, önce, her şeyden önce. Furuğ sonra şair. Belki kadın şair. E, ne çok var değil mi? Değil! Furuğ, bir direniş öyküsü, bir cüzzam karantinası. Kara elleri dokunacak bekliyorum. Dokunuyor. Furuğ, varlıkla yokluk arasında bir kadın. Mahkum. Yalnız. Yalnız...
“Bu dışı zahit güruhla
Kolay değildir bu mücadele biliyorum...”
Furuğ’un doğduğu 1935’in beş ocağında, ay,  güneş ile dünya arasına sokulup ışığı kesti. Güneş tutuldu diyorlardı ama İran zaten koca bir zindandı. Kadınlara karanlık bir memleket. Erkeklere işkencehane... Rıza Pehlevi’nin bakanları ya zindanlarda öldürülüyor ya da intihar ediyorlardı. Furuğ gelebileceği kadar erken gelmişti dünyaya. Gelebileceği cehennemi kendi seçmiştir. İnattır.
Mezar taşını tercüme ediyorlar, ben başucunda dikiliyorum.
“Ben gecenin ve karanlığın bağrından konuşuyorum sizinle
Eğer benim evime gelirseniz bir çıra getirin
Ve bir pencere açın oradan...”
Ona geldim.
Bir karanfil koyuyorum, içinde saklı şiir. Varsıl bir şiir. Yoksul dizeleri hiç olmamış bir kadının mezarındayım. Aşkımı itiraf etmeye geldiğimi biliyor. Bir film çekecektir dünyaya dönse. Ben şiirlerinde yaşamayı seçtiğim için görmezlikten geliyorum. Tüm eski sevgililerimi, aşklarımı gömüyorum ona ait ışığın altına.
 Yolculuyor.
“Bir daha gelme!”
Furuğ, mezarlığın ışıklar içindeki kraliçesi. Ellerini alıp gidiyor.
“ve bu benim
yalnız bir kadın
soğuk bir mevsimin eşiğinde,
yeryüzünün kirlenmiş varlığını anlamanın
başlangıcında
ve gökyüzünün yalın ve hüzünlü umutsuzluğu
ve bu beton ellerin güçsüzlüğü...”


Mustafa Doğan - Kasım 2015 / Tahran