25 Kasım 2016 Cuma

Hoş Geldin


“Her geri dönüş hikayesi, gelecek olarak geçmişimizi seçmektir aslında.” 
Mehmet Eroğlu/ Kusma Kulübü/S:21








“anlamak, sevgilim, o, bir müthiş bahtiyarlık/ anlamak gideni ve gelmekte olanı” diyor Nazım. Anlamak tecrübe işi biraz da. Tecrübe güzel bir şey, olacak olanları biliyorsun; tecrübe güzel bir şey değil, olacak olanları biliyorsun…

Sil baştan yaşayacak dermanın olmadığına, yeni bir enkazı toparlayacak gücün kalmadığına inandığında, her şeye gönlünü kapattığında aslında yaşamın sana öğrettiklerine sığınıyorsun.
Gelmekte olan kışa çoktan uykuya yatmış gibi; derin sakin bir yaşamı seçiyorsun. Ummadığın bir anda, bir el omuzuna dokunuyor; gözlerini açıyor, bir dinginlikle uyanıyorsun. Yaralarının kabuk tutmuş, ağrılarının dinmiş olduğunu anlıyorsun. 
Yaşam bu, gelmeler de olacak gitmeler de. Mesele o med-cezirden kıyımıza ne kaldığı. Her bir gelen yeni bir sevme, giden ise hayatın kekremsi tadının çeşidini öğretiyor… Sevmeyi sevilmeyi becerebilmek de ayrı bir sanat; yapıtın başarısı da gidişte saklı.

13 Şubat 2016 Cumartesi

Aşk Furuğ ve Ölüm

"ben hüzünlü küçük bir periyi biliyorum okyanusta yaşayan ve yüreğini tahta bir kavalda usul usul çalan küçük hüzünlü bir peri geceleri bir öpücükle ölen ve sabahları bir öpücükle yeniden doğacak olan…"
Furuğ Ferruhzad





Mezarlığa inen bir merdivenin başında, çok uzun yoldan getirilmiş varsıl bir şiirle bekliyorum. Cebimdeki dizelerde bir kadın, kesintisiz ve çığlık çığlığa yaklaşık yarım asırdır haykırıyor. Mezarlığın kapısı, resmiyetle sabit bir zamanda ötelenecek ve mollaların verdiği yarım izinle şairin mezarının başında küçük bir anmam olacak. Bir vuslat anı. Furuğ ile buluşacağız. Sade, gösterişsiz ve yürekten bir anma. Ona kavuşacağım.
Günlerden perşembe. Aylardan kasım. Herhangi bir yıl. Saat bire doğru yürüyor ve benimle birlikte iki elin parmakları kadar bekleşenleri var meşhurlar mezarlığının. Benden daha mı çok seviyorlar şairi, benden daha mı çok duyumsuyorlar kadim acılarını, benden daha mı çok çekici buluyorlar toprağın altında bir kadını; hiç bilemiyorum. Sessizce bekleşiyoruz.
Saati geliyor, vakit vuslata erme vakti, iki kanatlı demir kapıdan giriyoruz içeri. Kapının kanatları mavi, sarı küçük camlarla donatılmış. Orta yerinde renksiz kocaman iki kanada yerleşik iki cam daha var. Dışarıdan bakınca mezarlığın içi seçiliyor. Tahran’ın, Elburz dağına sırtını vermiş kuzey yarısında, güz yorgunu bir bahçeye, soğuk, yıpranmış, yalnızlık biriktiren envayi türlü mezar taşları yayılmış. Şairler, hikayeciler, romancılar bedenlerini bu taşların altına saklamışlar. Bir şura toplanmış. Bana ne! Haksızlık değil ki; aşık olduğum için buradayım. İçlerinden birini ziyarete geldim. Önünde dikiliyorum. Saygıyla... Hayır, aşkla... Furuğ, bir tanrıçadır benim için.
Dizelerin mesafeyi kısalttığı çok uzak yoldan geldim, senin için. Eğilip boylu boyunca uzatılmış mezar taşına dokunuyorum. İki parmağımla kapısını çalmak, rahatsızlık vermek istiyorum. İnsan sevdiğini derin bir ölüm uykusunda bile uyandırabilir. Dizelerinin çığlığına dokunur gibiyim. Bir şairin dizelerindeki çığlığa dokunulabilir. Furuğ usulcacık doğruluyor, elini uzatıyor, iki elini birden. Kapkara saçlarından bir iki tutamı, gülen gözlerinin üstüne düşüyor. Sigarasını yakıyor ve “hoş geldin,” diyor. Tane tane, yavaşçacık Farsça konuşuyor.
“Gel ey adam, ey bencil yaratık
Gel, aç kafesin kapılarını...”
Keşke bana deseydin.
Baş eğmez bir kadının sesi duyduğum, mezarlıkta yankılanan. Furuğ’un dizeleri kendi sesinden mutlaka dinlenmeli. Her cesur erkek, kapılmayı göze alarak deneyimlemeli. Bir ses nasıl tanımlanabilir ki? Bilmiyorum. Bir deneyeyim; tekdüze, buğulu, çekici, gizemli bir ses onunki. Biteviye sözcükleri var ezbersiz. İki elini birden tutuyorum. Arada bir derin soluk alıyor ama vermiyor. Biriktiriyor. Belirsizce dışarıya doğru bir acı püskürtüyor, bağırıp, çağırmadan. Farsça ona çok yardımcı oluyor. Acıya acı katıyor, gizeme gizem, çekiciliğine çekicilik.
Birileri, kıskançlığımla malül bir tümce elbette, ölmüş olsa bile hala bu kadına aşık olabilir. Önce dizelerine, sonra çok içmiş yorgun bir gırtlaktan kulağa ulaşan sarhoş sese. “Bir ölüye aşık olmak bütün eski sevgilileri diriltmektir,” demişler. Dememişseler de demiş olduklarını varsayalım. Bütün eski sevgilileri gömmeye geldiğimi anımsıyorum oysa. Furuğ hepsini aşağıya, soğuğun içine çekecek. Bir anılar kabri büyütecek benim için, şurada. Bu mezar taşının altında. Ruhlarını kelepçeleyecek, kendi işkencelerimden sıyrılacağım. Bir onun dizelerine bağımlı kalacağım ahir ömrümde. Keşke müşterek olsak aynı hislerde. O hala ve hep uçarı...
“Vefa gösterdim bir adama
Ancak ayağının tersiyle vurdu o aşkıma ve umutlarıma...”
Ben değilim elbette, ne cüret!

Kızgın mısın benim kadar diye sorsam, öfkeli misin ve aşk acısı aslında derin bir kinin gizlendiği kocaman bir kabir midir?

Cevabını biliyorum: Sorunun ne ehemmiyeti var.
“Verdiğim her şey helal olsun ona
Ancak karşılıksız verdiğim gönlüm müstesna...”
Zweig’ın tanımıyla bir romancı kendi yerçekimi yasaları, kendi kişileri ve kendi yıldızlı gökyüzü ile bir evren yaratan dehadır. Ya şair? Yarattığı evrende yalnız ve mahzun varolmaya mahkum her daim konuşan bir ölü. Bir ölü! Furuğ her daim konuşabildiği için çağırdı; Tahran’a, ona geldim. Sonsuz bir yalnızlığa mahkum edilmiş bir ölüyü görmeye... Ondan önce sevdiğim tüm kadınları gömmeye. Mezar taşına dokunuyor ve itiraf ediyorum bunu. Dudaklarını ıslatıyor evvela, sonra gözlerini kısıyor, sigara dumanı rahatsız da etmiyor ama kısıyor gözlerini. Uzattığı ellerini tutuyorum. Her erkek acı vericidir, her erkek ömürden tüketir, düsturu bu. Dönüp uzanıyor mezarına.
Yere uzanmış bir taşın hiçlenebilecek ağırlığının altında yatıyordu. Başucunda bir çıra, arzusu mucibince dikilmiş, çiçeklerle bezenmiş bir avuç toprak örtüsü. İşte şair budur. Ölü, suskun, yalnız ve tehlikeli...
Herkes bir ölü kadına aşık olabilir; meğer ki adı Furuğ olsun!
Bir araba kazasında başını çarpıyor ve oracıkta ölüveriyor Furuğ. Bir şair gibi ölüyor. Elleri elimde; yanılmışsınız diyor. Bir araba kazası tezgahlanıyor belki de; başına son bir darbe iniyor ve bir şair gibi ölüyor. Yanılmadık, Furuğ’u dizeleri kadar öldüren ne olabilir ki? Annesi ağlıyor, siyah beyaz bir filmin kalabalığında. Gözyaşı bittiğinde yağmur suları çoğalıyor. Mezar içleri, kavi bir mahzunlukla yağmur sularını emiyor.
Bekleşiyorduk az evvel. Mezarlık kapıları sabır telkin ediyordu. Kapılar, önünde bekleşmek için zati. Bir şairin ölüsü yatıyordu içeride. Sonsuz bir yalnızlığa mahpus edilmiş zindanıdır mezarı. Taşına iki parmakla değiyorum. Adettendir diye.
Selamünaleyküm!
Elinde bir sigara ile doğruluyor. Dumanını üflüyor erkek suratlarımıza. Kadınlara yasak bir mezarda yatırıyorlar onu.
Aleykümselam!
Biri, mezarlık şarkıcısı olmalı, biri, elinde bir kemanla bağrımıza işlemeli şair çığlıklarını. Furuğ, bir kadın, önce, her şeyden önce. Furuğ sonra şair. Belki kadın şair. E, ne çok var değil mi? Değil! Furuğ, bir direniş öyküsü, bir cüzzam karantinası. Kara elleri dokunacak bekliyorum. Dokunuyor. Furuğ, varlıkla yokluk arasında bir kadın. Mahkum. Yalnız. Yalnız...
“Bu dışı zahit güruhla
Kolay değildir bu mücadele biliyorum...”
Furuğ’un doğduğu 1935’in beş ocağında, ay,  güneş ile dünya arasına sokulup ışığı kesti. Güneş tutuldu diyorlardı ama İran zaten koca bir zindandı. Kadınlara karanlık bir memleket. Erkeklere işkencehane... Rıza Pehlevi’nin bakanları ya zindanlarda öldürülüyor ya da intihar ediyorlardı. Furuğ gelebileceği kadar erken gelmişti dünyaya. Gelebileceği cehennemi kendi seçmiştir. İnattır.
Mezar taşını tercüme ediyorlar, ben başucunda dikiliyorum.
“Ben gecenin ve karanlığın bağrından konuşuyorum sizinle
Eğer benim evime gelirseniz bir çıra getirin
Ve bir pencere açın oradan...”
Ona geldim.
Bir karanfil koyuyorum, içinde saklı şiir. Varsıl bir şiir. Yoksul dizeleri hiç olmamış bir kadının mezarındayım. Aşkımı itiraf etmeye geldiğimi biliyor. Bir film çekecektir dünyaya dönse. Ben şiirlerinde yaşamayı seçtiğim için görmezlikten geliyorum. Tüm eski sevgililerimi, aşklarımı gömüyorum ona ait ışığın altına.
 Yolculuyor.
“Bir daha gelme!”
Furuğ, mezarlığın ışıklar içindeki kraliçesi. Ellerini alıp gidiyor.
“ve bu benim
yalnız bir kadın
soğuk bir mevsimin eşiğinde,
yeryüzünün kirlenmiş varlığını anlamanın
başlangıcında
ve gökyüzünün yalın ve hüzünlü umutsuzluğu
ve bu beton ellerin güçsüzlüğü...”


Mustafa Doğan - Kasım 2015 / Tahran

8 Şubat 2016 Pazartesi

Daktilo

“..dün, bugünün anısından ve yarın, bugünün düşünden başka bir şey değildir”
Halil Cibran/ Ermiş/ s:34  






Hazirandı. Havanın serinliği mevsimi yalanlıyordu. Bu biraz gecenin, biraz da hikâyeyi dinlerken kanımın çekilmesinin etkisi idi.

Dinlemeyi çok arzu ettiğimi biliyordu, ama yol boyunca tek bir kelime söylemedi. Ben de ısrar etmedim. Çünkü tembihliydim. “Sana bunu orada anlatacağım” demişti. Bir şeyi ikinci kez söylemeyeceğini, o noktada susacağını bilecek kadar iyi tanıyordum onu. Israr etmeyişimin sebebi merak etmemem ya da içimden “Ya ne olurdu, yol boyunca azar azar anlatsa, dinleye dinleye tüketsem yolları, vardığımızda, tam söylediği yerde final yapsa” demediğimden değil, onu bildiğimdendi.

Bir buçuk saat uçak yolculuğunun ardından havaalanında kiraladığımız araçla, iki saat de kara yolculuğu yaptık. Benim için hatırı sayılır bir yolculuktu. Ama ne hikmetse hiç yorgunluk ve ağırlık hissetmiyordum. Aksine dingindim.

Ege’ye varış benim için gündüz gözüyle olmalıydı. O maviliğin gözlerimden başlayıp iliklerime kadar teneffüs etmesini sevmişimdir hep. Gecenin ışıltısı, ışıkların suda yansıması da ayrı bir güzellik, hatta görsel şölen, ama tercih şansım olsa her zaman gündüzü seçerim. Olmadı. Hava kararmaya başlamıştı.

Kuşadası’nın girişinde heyecanım arttı. Sessizliği bölen olmak istemediğim için bir şey sormadım. Ama meraktan ölmek üzereydim. Önce rezervasyon yaptırdığımız pansiyona mı gidecektik, yoksa bana öyküsünü anlatacağı yere mi? Her ikisine de hazırdım. Ben düşünürken, bir balıkçı barınağının önünde el frenini çekti. Önce öyküyü dinleyecektim.

Yolda durup, şarap, kadeh ve tirbuşon almasından anlamalıydım aslında…

Hiç konuşmadan araçtan indi, onu izledim. Bagajı açtı, orayı tezgâh gibi kullanıyordu. Şarabı kadehlere doldurdu. Birini bana uzattı. Aracı park ettiği yerin az ilerisindeki banka doğru yöneldi. Galiba neresinden başlayıp, ne kadarını anlatabileceğini tartıyordu. Bu sessizlikte; onun anlatmadan, benim dinlemeden dolan gözlerimizin de payı vardı. Onun için anlatmak ne kadar zorsa, benim için de dinlemek…

Oturdu. Yanına iliştim. Sevgili gibi değil de yeni tanışan iki arkadaş gibiydik. Onun kadehi aramızda, benim kadehim elimdeydi… Uzaktan bakan birisi, bizi tesadüfen oraya gelmiş oturmuş iki insan zannederdi. İkimizi bir araya getiren öykünün böyle ayrıştırmasını yadırgamadım. Çünkü o an benim yanımda değil, anılarının içinde, bitmiş olmasına rağmen kıskandığım kadının yanındaydı. Bitmek! Aşkta var mı? Bence yok…Mungan'nın öyküsünün son cümlesini anımsadım "Bir aşk birçok aşktan yapılıyor ve ayrılınmıyor hiçbir seferinde!"

Deniz, kayıklardan yayılan renkli ışıkların yansımasıyla uzaktan izlenen lunaparka benziyordu.

"Burası” dedi. Nefesimi tuttum.

Onun için ne kadar özel olduğumu, buraya kimseyi getirip anlatmadığını, bunun istisna bir durum olduğunu söylemeyeceğini biliyordum. O da söylemediği halde bu ayrıcalığın farkında olduğumu biliyordu. Beklediğim gibi konuya direkt giriş yaptı

“Âşık olmuştum.”

Şu karşıki kayıkta çilingir masamı kurmuş gün batımını izliyordum. Ne zaman gelip bu banka oturduğunun farkında değildim. Sigaramı yaktığım an, geldi, “Çakmağınızı alabilir miyim” dedi, “İsterseniz rakı bile alabilirsiniz” diye cevap verdim. “İsterim” dedi ve yanıma oturdu. Bir iki kadeh içtik, havadan sudan konuştuk, hoş muhabbet oldu. Müsaade istedi ve gitti.

Sabahtan başlayıp bütün gün, tekrar gelir mi acaba diye içten içe düşünürken, oyalanmak için balığa çıktım. Gelirse yemeğimiz hazır olsundu. Oltayı attım ucunda balıkla çektim. Balığa baktım; onu tekrar denize atsam, özgürlüğünü versem, o bunu ister miydi? Yoksa “Sana ne be adam, geldim işte, gerisi benim sorunum” mu derdi. Bunu düşündüm, onu düşündüm derken akşam oldu. Aynı saatlerde yine çıkıp geldi. Bu kez doğrudan doğruya kayığa. Renk skalasından oluşan puzzlemın noksan parçası tamamlanmış oldu gelişiyle. Mangalda yanan ateşin kırmızısı, gün batımının turuncusu ve saçlarının sarısı karşısında manzaram doyumsuz, sohbet akıcıydı. Nerelisin, ne yapıyorsun, burada mı yaşıyorsun hiçbir şey soramadım. Sohbetin sonunda sorarım diye erteledim, galiba biraz da bilmekten korktuğum için erteledim. Anı yaşa derler ya, anı yaşadık… Yine müsaade istedi ve gitti. O esriklikle uyumuşum.

Sabah uyanınca başladım kendime küfretmeye, nasıl hiçbir şey sormazsın, nasıl hiçbir bilgisini almazsın… Ya gelmezse diye kaygılanıyor ama diğer yandan da belki gelir diye de ümitlenip hazırlık yapıyordum… Bu kez üzerime bir ağırlık çöktü, aperatiflerden bir masa hazırladım.

Tüm organlarımın yer değiştirdiği, hiç birine söz geçiremediğim, bildiklerini okudukları o saat. Gün batımı; gelişini haber veren bir alarmdı artık benim için.

Bu kez çok kararlıydım, gelir ise, onu yakından tanımak için ne gerekiyorsa soracaktım. Aynı saatte elinde el işi bir masa örtüsü ile çıkıp geldi. Örtüsüz masada yemek yemeyi sevmiyormuş. Katıla katıla güldüm; kayık ve örtü. Bir kaç kadeh içtik, aynı türküleri sevmek, aynı dünya görüşüne sahip olmak, konuştukça sevinçten çıldırayım mı yoksa kahrımdan öleyim mi bilemiyordum. El işlerine olan merakından, yöresel motiflerden bahsetti. Hiç ilgilenmediğim bir konu olduğu halde onu saatlerce dinledim. O mu güzel anlatıyordu, konu mu değişik gelmişti bilmiyorum.

Kayığın sudaki hafif hafif sallanışı, konuşmanın ritmi, sarhoşluğun etkisi ile sanki dans ediyormuşuz hissini yaşatıyordu bize. Bir ara durgunlaşınca önemli bir şey söyleyeceğini anladım. “Bu gece burada seninle uyumak isterim.” Rahat edip edemeyeceğini sorgulamadım, öyle istemişti. Mutlu oldum. Omuzlarımıza polar şal aldık, başı göğsümde, kokusu burnumda öylece uyuyup kalmışız. Uyandığımda yoktu. Omzumda bir boşluk, masanın üzerinde maket bir daktilo ve not vardı. Yaz. Mevsimi niye yazmış derken, birden şimşek çaktı. Yaz, okuyacağım demek istediğini anladım… Yaşananlar düş müydü, gerçek miydi diye düşündüm. Masada örtü ikinci bir kadeh ve hediyesi olmasa, kesinlikle düş derdim. Akşam oldu, gün battı gelmedi. Sırtüstü uzandım.

Aşk insanı kündeye getirince, yıldızların nasıl parlak, nasıl uzak, nasıl dokunulmaz olduğunu anlıyorsun.

Aşk, gidenin ardından yüreğin sızlaması, yeri dolmayan bir boşluk ve geleceğine dair ümit imiş…

Dünya benim için kum saati idi artık; gün batımında getirdiğini gündoğumunda alan.Toparlanmam hayli zaman aldı.

Sonrasını biliyorsun” dedi.

Konu bana gelince yine sustu… O maket daktiloya dokunduğumdaki bağırışını, kırgınlığımı hiç unutmayacağım… Özür dilemeden, kendini affettirmenin en naif yolunu seçmişti. Sana bunu yerinde anlatacağım dediğinde çok derinlerinde sakladığı özel bir anısı olduğunu anlamıştım.

Yarım kalan aşk öykülerini ancak ölüm tamamlar.

Onun bir tarafı bu hikâye ile ölmüştü, onun için üşümüyordu. Ben ise üşüyordum ama bunu ona söylemiyordum.