13 Ocak 2020 Pazartesi

Gün Olur Asra Bedel


Tren rayları gibi paralel uzanan ve kesişmeyeceğini bildiğimiz yazgımızın üzerinde yürüyorduk. 

“Bulutsuz gökyüzünde tepede ışıldayan ay, yeryüzünü süt rengi soluk bir aydınlığa boğuyordu.” (s:157) Yol kısa ama yürüyüşümüz ömre bedeldi. Yedigey, dostu Kazangap’ın ölüm haberini aldığı andan itibaren cenazeyi götürüp gömüp dönme süresine Aytmatov, nasıl Kazangap’la Yedigey’in tanışmasını, dostluğunu ve tüm yaşamını sığdırdı ise; bizim de bu yürüyüşümüze; tanışmamız, birimize anlattıklarımız, anlatmadıklarımız ve hiçbir gün anlatamayacaklarımız sığmıştı.

Arnavut taşlarla döşeli dar sokaktan sıralı restoranları olan meydana geçtik. Dışarıya atılan ahşap kare masalar, etraflarında dörder san
dalye ve duvarlardaki rengârenk apliklerle çok hoş görünüyordu. Sohbetin sonunda mekânın tesadüfen seçilmediğini anlayacaktım. Kendimizi özel hissetmemiz bu duyguların en güçlüsüydü galiba. Onun için ne öznesi ne de mekân hafızamızdan silinmiyor. Şaraplar ve peynir tabağı geldiğinde roman üzerinden toplumsal ve kişisel belleği konuşmaya başlamıştık. 

Toplumsal bellek için önemli olan kültürün aktarılmasıdır. Bu da sözlü olarak, masallar ve türküler ile yapılıyor. “Bence türküler eski çağlardan bizlere kalmış bildirilerdir,” diyor Aytmatov (s:190). Kuşaktan kuşağa aktarılarak gelmiş Mankurt Efsanesi ile masalı örnekliyor. 
“Bir insanın elinden malı mülkü, tüm zenginliği, gerekiyorsa yaşamı alınabilir? Ama beynini sakatlamaya kim cüret edebilir? Ey Tanrım, eğer varsan kullarının aklına böyle bir şeyi nasıl getirebilirsin? Yeryüzünde kötülük eksik değilken insanlara bunu nasıl yaptırırsın.” (s:165)
İşkence edilerek hafızasını yitiren insana denmiş Mankurt. Ondan sonra da köle olarak kullanmışlar…Bizde kullanılan “mankafa”nın kökünün de mankurt olduğunu öğreniyorum. 
Bozkır tasvirleri öyle güçlü ki, kitap sayfası bir anda tual olup; kışın “kar denizi” yazın ise “çöl” tablosu oluyor.
Sadece yük trenlerinin durduğu, yolcu trenlerinin durmadığı bir istasyon. Bozkırda sekiz haneli küçük bir köy... Koşulların ağırlığı, yoruculuğu insan olmanın verdiği sorumluluğun yanında eriyip gidiyor.

Ahmet Arif dizelerini anımsatan bir boyutu daha var romanın; “Düşün, uzay çağında bir ayağımız, / Ham çarık, kıl çorapta olsa da biri… ” Bozkırda sürüp gideceğini sanıyordum tüm metnin, uzay bölümleri sürpriz oldu bana dedim. Ve okudum. “Demek oluyor ki bizler, evrende benzersiz, uzayın akıl almaz genişlikteki ıssız boşluklarında kendi türümüzde eşsiz varlıklar değildik! Evrende insanoğlunun dışında ruh taşıyan başkaları da vardır.” (s:70)
Kitapta çok katman vardı ve birini konuşursak diğeri unutulacakmış gibi geldiğinden bölümden bölüme geçiyorduk.

Bireyin otorite ile kavgası, doğa ile kavgası ve en zoru da kendisiyle kavgası. 
“Burada seni öldürecek kimse yoktu ama ölüp ölüp dirilen hep kendindin.” (s:26)
Birçok soru sorulabilirdi, ama benim kafamdaki soru şuydu: 
Kadın neden terk eder? Aslında kalıp mücadele edecek kadar güçlü iken bile neden gider? Böyle öğrenmiş, ontolojik açıdan baktığımızda yazgısına direnen, karşı çıkan, özgürlüğünü yaşayabilen kadın sayısı çok az… Bunlar da tarih boyunca bedelini ödemişler. Geneli genlerine işlemiş olan gitmeyi tercih ediyor. Buna da kendini ikna edecek çok güzel sebepler buluyor. Ötekine bakıyor. Hâlbuki dönüp içine baksa kendisini ve nerede olması gerektiğini görecek. 
Geride kalana kocaman bir boşluk kalıyor, hiçbir şeyin dolduramayacağı boşluk. Bir uzuv gibi, alışkanlık gibi onunla yaşamayı öğreneceği boşluk… Gidenin tutunduğu sebepler kalan için manasız,  çünkü esas olan eylem.

Kalarak giden kendisinden geriye bir şey kalsın ister, Yedigey’in gözyaşlarını sildiği atkı gibi.
Kalmayı denememiş, tercihi hep gitmekten yana olmuş bir kadın olarak, konuyu farklı bir açıdan tartıştığımın farkındaydım, o da… 

Okuduklarımız zamanla fikirlerimizi değiştiriyor demek ki.

Aramızda derinlerde olan bağın gücü, ortak paydamız olan edebiyattan geliyordu. Aşk olarak hissettiğim duygunun zamanla dostluğa evrilmesinde ilk defa kekremsi bir tat alıyordum…

“Bu yerlerde trenler ise doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelirdi,” diyor roman boyunca yazar…

Geldiğimiz gibi, o dar sokaktan geri döndük…Ay aynı güzellikteydi.


Yazar: Cengiz Aytmayov
Roman: Gün Olur Asra Bedel
Çevirmen: Mehmet Özgül
Yayınevi: Nora (1.Baskı)

6 Ocak 2020 Pazartesi

Lizbon’a Gece Treni





Peter Bieri, romanlarında Pascal Mercier takma adını kullanıyor. Yazar, Felsefe eğitimi almış, eski diller üzerinde çalışan, ‘Zamanın Felsefesi’ konulu çalışmasıyla doktorasını tamamlayan, çeşitli üniversitelerde felsefe profesörü olarak görev yapmış.2004 yılında yayımlanmış Lizbon’a Gece Treni, Avrupada 2 milyon sattıktan sonra Dünya ile satış rekorlarına devam etmiş.
Çok satan kitaplara karşı belli bir önyargı varken, roman bunu kırmış ya da istisnai bir örnek olmuş diyebiliriz. Çünkü, dili, yorumu, kurgusu ile has edebiyat, derinliği, eleştirileri ve sorgulama yaptığı başlıklarıyla iyi bir felsefi-roman. Siyaset, aşk, baba-oğul, anne-oğul, dostluk, ihanet, işkence, din ve dinsizlik. Roman, tema yelpazesinin genişliği ve her bölümde yeni bir karakter katılması ile beslenerek gürleşen bir ırmak gibi akıyor.

 Hikaye bize dört bölümde anlatılmış: Yola çıkış, Karşılaşma, Deneme ve Geri Dönüş.
“Gitmenin ne demek olduğunu bilmeden” çıkış kapısına ilerlerken kahramanımız, aynı zamanda yaşamını hayat yapacak adımları da atıyor.
“Hayatımızın gerçek yönetmeni rastlantıdır, gaddar, acımasız ve büyüleyici bir cazibesi olan yönetmen.” Kurgu, bu rastlantılar üzerine kurulu. Romanı okurken, Unamuno’nun Sis romanındaki “Rastlantı dünyanın gizli ritmidir” cümlesi hafızamızdan yıldız gibi kayıyor.
Prado’nun ablasını tasvir ederken “kadından buz gibi hararet yayılıyordu” diyor! Okumaya keyif katan bunun gibi betimlemeler belleğimizde kalıcı fotoğraflar oluşturuyor.

Kelimeleri ne kadar özenli kullanacağını, ne kadar değer verdiğini, Prado’nun kitabının adında haber veriyor bize yazar: Sözcüklerin Kuyumcusu. “ Martın sonu, ilkbaharın ilk günüydü” diyor 21 Mart yerine, mezarlık demiyor “ ölüler şehri” diyor. Bu sarraflık roman boyunca devam ediyor.
Freud, “çok sayıda filozof ve edebiyatçı, bilinç dışının özüne yaklaşmıştı” demiştir. Tarihin ve insanın derinlerine inmek için metafor olarak arkeolojiyi kullanmıştır. Yazar, Gregorius için, “onu arkeolojik buluntulara bakarken hissettiği huşu içinde inceliyordu” diyor. Freud’u doğrulayan bu tür cümlelere rastlıyoruz romanda.

“Hayat, yaşadığımız şey değildir; yaşadığımızı hayal ettiğimiz şeydir”
Bunun gibi başlı başına tez konusu olacak aforizmalar çok, ama bu asla bir değersizlik yaratmıyor, hatta anlatımı ve dili güçlendiriyor.
“Ötekiler senin duruşma salonundur.” Lacan’a gönderilen selamlardan ve Prado’nun yaşam felsefesini oluşturan cümlelerden birisi.

Romanda fiziksel olduğu gibi baştan sona içsel ve zamansal yolculuk var: ”Yol almakta olan bir trende oturur gibiyim kendi içimde.”
Bölümler gibi, katmanlar da var romanda, bu katmanlar okumayı derinleştiriyor. Notlar, kendi hayatı, antik döneme düşsel yolculuklar ve an’ı yaşaması.
İlgili bölümlerden alıntılar şöyle;“bir yerden ayrılırken geride kendimizden bir şey bırakıyoruz, oradan gitsek de orada kalıyoruz”
“kendilerine özgü kokuları kokladığımızda, sadece uzak yere varmış olmayız, kendi içimizin uzaklarına da varmış oluruz”
Cemal Süreya dizelerinden yardım alarak açıklayayım “Gitmekle gidilmiyor ki, gitmekle gitmiş olamazsın; gönlün kalır, aklın kalır, anıların kalır “

“Yolculuk etmeyen insanlara neden acırız?” sorusuna, “dıştan genişleyemeyecekleri için içlerinde de yayılıp genişleyemezler de ondan” yanıtını veriyor.
Hayata dair bizim adımıza sorular sorup yanıtlıyor.

“Vedalaşmak, insanın kendi kendisiyle de yaptığı bir şeydir. Başkalarının bakışları altında kendisine arka çıkmasıdır” diyor, benzerine az rastlanır güzellikte ve özgünlükte bir veda tanımı, okuru kendi içinin derinliklerine gönderen yüzleştiren pasajlardan birisi. Bunu Bir Prado’nun notlarında, bir de kahramanın yaşadığı anda vurguluyor. Gözden kaçmasın der gibi.
Hayat yolculuğunda, doğduğumuz zaman dilimi, coğrafya, ailenin sosyal statüsü, tesadüfler, rastlantılar yolculuğun seyrini belirler tabii ki, ama raylar da makas değiştirme bilinci bizi istediğimiz yolda yolcu yapar. Gregorisun’un insan ayırımı da felsefi idi;” Okuyan insanlar vardı, bir de ötekiler.”

Okuyan insanlar safında olmaktan ve sizlerle okumaktan mutluyum.
****************************************
Edebiyat Burada'da yayımlanmıştır.