15 Ekim 2015 Perşembe

Sürgünde Bir Kovboy


"Doğan gün umutlara gebedir"
Jean Yvane /Sürgünde Bir Kovboy /s:60



Yaşamı katlanılabilir kılan şey, belki de güzel tesadüfler. Bir dost sahaf önerisiyle edindiğim öykü kitabına, en az öykü kadar, dostluk ve vefa kokan bir yazıda rastladım.

“o zaman iyi geçirilmiş bir yaşamın; bazıları için acının ta kendisi olduğunu düşündü” cümlesini okuduğumda, acıyı ortak dil edinenlerin, ortak paydasında bu kitap olmalı diye düşünmüştüm. Sanırım yanılmamışım…


Sürgünde Bir Kovboy – Azıcık Tanıtım, Azıcık Eleştiri Yazısı
Sözcükler, yazarının eline düşünce, onun kurgulayabileceği dünyanın tek sınırı vardır: düş gücü. Bu düş gücü kimi yazarlar için sınırı çizilemez bir hal almaz mı? Bilim insanlarının, din adamlarının, -onlara da bir gün cinsiyetçi tavrı reddedip din insanları diyebilecek miyiz- hatta politikacıların mesnetsiz zırvalamalarının bile “görülebilen ufukları,” yazar tarafından alaşağı edilir. Yazar,  teması olarak seçtiği insanı, doğayı, dünyayı ya da ruhu öylesi bir tasvir ile “görülebilen ufukların” arkasına taşır ki; sınırlamacılar, düşünce korkakları, sansürcüler apışıp kalırlar. Öylesi kitaplardan birini okudum geçenlerde. Yazmaya çalışacaktım, aldığım notlar vardı, erteledim. Kitaba, sözcüklere ve yazarlara dair yukarıdaki açıklamayı yapıyorum çünkü, kestirmeden büyülü gerçeklik deyip de güdükleştirmeme niyetindeyim. Okutana, vesile olana bir müteşekkir olma halim var oradan devam edeyim. Kitabı, olasıdır; kitabevi raflarında bulmak güç. Azimli okur için kaynak iyi bir sahaf ya da kitap armağan etmeyi becerebilen duyarlı bir dost olabilir.

Sürgünde Bir Kovboy, bu girizgahın objesidir.


Kitap Türkçe’ye çevrilirken, orijinalindeki dilin kullanımına ne kadar özen gösterilmiş bunu çözebilmem, ne yazık ki; Fransızca bilmediğim için mümkünatsızdı; ama Türkçesi, başından sonuna inandırıcılığı ve konuyla örtüşmesi bakımından gayet kabul edilebilir nitelikte. Bunu niçin sorguluyorum? Zira, bütün ailesi bir gaddar tarafından katledilen kahramanın masumiyete, saflığa bu denli sarılabilmesine inanmak için, nevi şahsına münhasır bir yazar diline gereksinim var. Yine, konuşma yeteneği olan bir atla, - Lola’ya bir daha at demeyeceğim- öyküyü baştan sona inandırıcı ve diri tutmak için de o dil gerekli. Çeviri o denli başarılı ki; “hadi canım,” demeden kitabın içinde kalmamızı sağlıyor. Çevirmen güçlü bir övgüyü hak ediyor.

Sürgünde Bir Kovboy’a gelirsek; yaşadığımız dünya, çıkarcıların, katillerin düzenbazların kurguladığı bir eksende dönerken içinde gerçekten bir insan olarak kalabilmeyi başarmak olası mıdır? Soruyor. Lola’nın bile öfkeye, intikam duygusuna kapıldığı bir hengamede saflığı, insanlığı savunmak ve bu düsturun arkasında durmak ne kadar gerçekçi olabilir? Kitabı okurken, başından sonuna kadar; adalet denilen ama aslında öç alma duygusuyla beklemeyi sürdürüyoruz. Bugünlerin giydirilmiş halet-i ruhiyesine tutulmuşuz, unutmayalım. Yazarın her sayfada bizi, sıradan insanları tatmin edecek o “öç anını” yazacağını umut ederek geçiriyoruz okuma dakikalarımızı. Postmodernizmin felsefi yapısının oluşma başlangıcında yazılan romanı okurken, günümüz değerleriyle olayları sorgulamaya başlıyor ve o öç tatminini bir türlü elde edemiyoruz. Neyse ki; romanın işlediği insan ruhunun çözümlemeleri konusu, uzak bir diyarda, uzak bir zamanda ve kovboyların var olduğu bir dönemde geçiyor. Rahatlıyoruz. Nasılsa bugünün imkansızlaştırdığı bir durumu anlatmıyormuş...

Bir antichrist olarak romanda vücut bulan Boone’a, şimdiki dünyada ulaşmak ve onu Sam’e öldürterek adaleti tecelli ettirmek en iyisi, öyle olmalı. Ama yazarda hiç de öyle bir çaba yok. Vuruyor kahramanı Sam ve Lola’yı çöllere ve bir cennet arayış serüveninde, inanılmaz dostlukların kurulabileceğini bize anlatmaya yelteniyor. Dedim ya; bunu İkinci Dünya Savaşı’na kadarki ya /ya da belki de bir travmayla irkilen savaş sonrası dünyaya anlatmak nispeten kolay olabilirdi. Yazarda 1969’da okuyucuya sunmuş. Şimdi, şu an varolduğumuz dünyada ise o yargıların geçerliliği ise hayli tartışmalı.

Yazarın bir Fransız olduğunu söyler ve Sam ile Lola’nın (kovboy ve atı) öyküsünün, onun için çok uzak bir kültürden dem vurmak olduğunu ifade edersem, halihazırda şu kalıplaşmış yan unsurlara da sizi hazırlamış olurum: Çöl var, soğuk var, silah var, pusu var, öç var... Ama buralara takılı kalmamak gerekiyor. Bu klişeler, aslında tıpkı bir kovboy filmi izlerken insana dair ruh çözümlemeleri yapan yönetmen senarist ikilisinin yarattığı denkleme benziyor. Ben öyle benzetiyorum. Anlattıklarımdan; yeni bir “Küçük Prens” fenomeni çıkarmak olasıdır. Bir erişkin, bir felsefe kitabı mı yoksa bir çocuk kitabı mı? Buna söyleyebilecek sözüm: Hemen hemen odur.

Kanımca, Sürgünde Bir Kovboy’un yazarı Jean Yvane, çeyrek asır sonra Antoine de Saint-Exupery’i mezarında ziyaret etmiş. Çok da ruhuna uygun bir ziyaret olmuş bu öykücük.

Fransızlar’ın düşün dünyasında yeri zaten hep ayrıcalıklı olmuştur.

Sürgünde Bir Kovboy – Jean Yvane / Çev. Mehmet Keskinoğlu (Telos – 1996, 124Sf.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder