26 Mart 2015 Perşembe

Sis


“Büyük bir olasılıkla aşkla kıskançlık aynı anda doğuyor, aşkı ortaya koyan kıskançlıktır.” 
Miguel de Unamuno / Sis/s:113





Oturduğum cafe denizi uzaktan görüyordu. Siste kaybolan gemileri siren sesleriyle fark ettim. Denizin üzerine gri bir duvak atılmış gibiydi. 

Havanın sakinliğine inat, belleğimde fırtınalar kopuyor… Karşı masaya göz ucuyla bakıyorum, liman sükûnetinde… Kim bilir ne düşünüyor?.. 

Sisin kaynağı, karşı masada oturan adamın, tablada duran sigarasıydı sanki. Sigaranın dumanı cama çarpıp dışarı süzülüyor, oradan denize, şehre,  oradan tüm kainata yayılıyordu.

Adam, çayı, sigarası ve göremediğim ama varlığından emin olduğum birisiyle karşı masada oturuyor. Ben, çayım,  kitabım ve kaygılarımla duvarın dibindeki masada…İkimiz de siren sesinin geldiği yöne döndük… Gözlerimiz denize yönelmişti ama biz içimize bakıyorduk.

Dargın gidecek ne vardı?.. Hem hayıflanıyor hem de  ona haksızlık mı ettim diye kendimi sorguya çekiyordum. Bir savcı, bir avukat oluyordum.

Yâr ile başladığım kavga ağyârla bitiyor. Kurguladığım senaryonun içinde hapsoluyorum. Acabalar canıma okuyor. Küsüyorum, barışıyorum. O bunlardan habersiz… Hiç de olmayacak .

Kıskandım. Amaç buysa başarılıydı. Kıskanmak çok insani bir duygu değil midir; karşı tarafın özgürlüğünü kısıtlamadığı sürece? Sonuçta her ilişki kendi iç dinamiklerini zaman içinde oluşturuyor. Özgürlük çerçevesini birlikte çiziyorsun. Ya kıskandırmak? Koşulsuz, izahsız; basitlik  ve sığlık değil midir?. Kişinin akademik kariyerinin, sosyal statüsünün, maddi gücünün bir önemi kalır mı, böyle bir acziyete düştükten sonra…

Bu konuda en büyük mağduriyeti, hayatından olgun bilge insan geçen kişiler yaşıyor. Mağdurdum. Çünkü; çıta çok yüksekteydi... Onların standardına çıkamayan kişi, nazarımda eksikti.  Denizde yüzme keyfini bilenin, havuza mecbur olması  gibi.  Her kulaçta o derinliği, o enginliği arıyorsun…
   
Aşkın dilemması; ona kızarsın, teselliyi yine onda ararsın.
  
O an ayrımına vardım; sis kocaman dağları denizleri nasıl örtüyorsa, kıskançlıkta  güzel duyguları, öyle örtüyor.

Günlerdir beni hırpalayan, uykusuz bırakan dertten kurtulmuştum… Aymıştım.

Sevdiğimi olduğu gibi kabul edecektim ya da olay mahallini terk edecektim…

Hobisi, alışkanlıkları, mesleği, dostları ile insan bütün. Severken bu bütüne bakmalıydım. Karar vermem gereken şey karşıya dair değil, kendime dair olmalıydı…

Kıskançlık tamamen öldürülebilecek bir duygu olmadığından, onunla yaşamayı öğrenmeliydim.

Kıskanma rol kaldırmayacak kadar, naif. Kıskanma cinsiyetçilik veya kadın-erkek ilişkisine indirgenmeyecek kadar, derin. Çünkü; paylaşılmak istenmeyen ten değil duygu ve ilgi.

Kıskanmak; özel olma istediğidir. Bana söylenen, kimseye söylenmesindir. Beni herkesten daha çok sevsindir.

Foucault Sarkacın’da sevgililer arasında geçen diyalog vardı.

“ ‘En azından bin yaşında olduğunu üstü kapalı söylemedi mi? Firavunun mumyasını kıskanacak değilsin herhalde”
“Kafanda küçük bir ışık yakan herkesi kıskanıyorum” “

Tam da buydu…

Tartıştıkları teknik bir konuydu ama, kadınca bir sezgiyle anlamıştım ki, kadın  teknik terimlerle, flört ediyordu ve sevdiğim bundan memnun bir şekilde dinliyordu… Davamda haklıydım…

Ama söyleyemiyordum… Belki bunu da aşmam gerek…

Kafka’nın Milana’nın odasındaki dolaba özendiği gibi, şu an yanında duran canlı cansız tüm varlıkları kıskandığımı da…

Gömlek cebindeki sigara paketini,  tam da başımı yaslamak istediğim yerde tüm gün gezerken, seni  görmekten mahrum olduğum için kıskandığımı da…

Biliyordum ki; çalan telefonda sesini duyduğumda, tüm kavgalarım biter sulh olur. Telefonu kapattığımda kirpiklerim kocaman birer yelpaze olur. Ne sis kalır ne gam...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder