8 Şubat 2016 Pazartesi

Daktilo

“..dün, bugünün anısından ve yarın, bugünün düşünden başka bir şey değildir”
Halil Cibran/ Ermiş/ s:34  






Hazirandı. Havanın serinliği mevsimi yalanlıyordu. Bu biraz gecenin, biraz da hikâyeyi dinlerken kanımın çekilmesinin etkisi idi.

Dinlemeyi çok arzu ettiğimi biliyordu, ama yol boyunca tek bir kelime söylemedi. Ben de ısrar etmedim. Çünkü tembihliydim. “Sana bunu orada anlatacağım” demişti. Bir şeyi ikinci kez söylemeyeceğini, o noktada susacağını bilecek kadar iyi tanıyordum onu. Israr etmeyişimin sebebi merak etmemem ya da içimden “Ya ne olurdu, yol boyunca azar azar anlatsa, dinleye dinleye tüketsem yolları, vardığımızda, tam söylediği yerde final yapsa” demediğimden değil, onu bildiğimdendi.

Bir buçuk saat uçak yolculuğunun ardından havaalanında kiraladığımız araçla, iki saat de kara yolculuğu yaptık. Benim için hatırı sayılır bir yolculuktu. Ama ne hikmetse hiç yorgunluk ve ağırlık hissetmiyordum. Aksine dingindim.

Ege’ye varış benim için gündüz gözüyle olmalıydı. O maviliğin gözlerimden başlayıp iliklerime kadar teneffüs etmesini sevmişimdir hep. Gecenin ışıltısı, ışıkların suda yansıması da ayrı bir güzellik, hatta görsel şölen, ama tercih şansım olsa her zaman gündüzü seçerim. Olmadı. Hava kararmaya başlamıştı.

Kuşadası’nın girişinde heyecanım arttı. Sessizliği bölen olmak istemediğim için bir şey sormadım. Ama meraktan ölmek üzereydim. Önce rezervasyon yaptırdığımız pansiyona mı gidecektik, yoksa bana öyküsünü anlatacağı yere mi? Her ikisine de hazırdım. Ben düşünürken, bir balıkçı barınağının önünde el frenini çekti. Önce öyküyü dinleyecektim.

Yolda durup, şarap, kadeh ve tirbuşon almasından anlamalıydım aslında…

Hiç konuşmadan araçtan indi, onu izledim. Bagajı açtı, orayı tezgâh gibi kullanıyordu. Şarabı kadehlere doldurdu. Birini bana uzattı. Aracı park ettiği yerin az ilerisindeki banka doğru yöneldi. Galiba neresinden başlayıp, ne kadarını anlatabileceğini tartıyordu. Bu sessizlikte; onun anlatmadan, benim dinlemeden dolan gözlerimizin de payı vardı. Onun için anlatmak ne kadar zorsa, benim için de dinlemek…

Oturdu. Yanına iliştim. Sevgili gibi değil de yeni tanışan iki arkadaş gibiydik. Onun kadehi aramızda, benim kadehim elimdeydi… Uzaktan bakan birisi, bizi tesadüfen oraya gelmiş oturmuş iki insan zannederdi. İkimizi bir araya getiren öykünün böyle ayrıştırmasını yadırgamadım. Çünkü o an benim yanımda değil, anılarının içinde, bitmiş olmasına rağmen kıskandığım kadının yanındaydı. Bitmek! Aşkta var mı? Bence yok…Mungan'nın öyküsünün son cümlesini anımsadım "Bir aşk birçok aşktan yapılıyor ve ayrılınmıyor hiçbir seferinde!"

Deniz, kayıklardan yayılan renkli ışıkların yansımasıyla uzaktan izlenen lunaparka benziyordu.

"Burası” dedi. Nefesimi tuttum.

Onun için ne kadar özel olduğumu, buraya kimseyi getirip anlatmadığını, bunun istisna bir durum olduğunu söylemeyeceğini biliyordum. O da söylemediği halde bu ayrıcalığın farkında olduğumu biliyordu. Beklediğim gibi konuya direkt giriş yaptı

“Âşık olmuştum.”

Şu karşıki kayıkta çilingir masamı kurmuş gün batımını izliyordum. Ne zaman gelip bu banka oturduğunun farkında değildim. Sigaramı yaktığım an, geldi, “Çakmağınızı alabilir miyim” dedi, “İsterseniz rakı bile alabilirsiniz” diye cevap verdim. “İsterim” dedi ve yanıma oturdu. Bir iki kadeh içtik, havadan sudan konuştuk, hoş muhabbet oldu. Müsaade istedi ve gitti.

Sabahtan başlayıp bütün gün, tekrar gelir mi acaba diye içten içe düşünürken, oyalanmak için balığa çıktım. Gelirse yemeğimiz hazır olsundu. Oltayı attım ucunda balıkla çektim. Balığa baktım; onu tekrar denize atsam, özgürlüğünü versem, o bunu ister miydi? Yoksa “Sana ne be adam, geldim işte, gerisi benim sorunum” mu derdi. Bunu düşündüm, onu düşündüm derken akşam oldu. Aynı saatlerde yine çıkıp geldi. Bu kez doğrudan doğruya kayığa. Renk skalasından oluşan puzzlemın noksan parçası tamamlanmış oldu gelişiyle. Mangalda yanan ateşin kırmızısı, gün batımının turuncusu ve saçlarının sarısı karşısında manzaram doyumsuz, sohbet akıcıydı. Nerelisin, ne yapıyorsun, burada mı yaşıyorsun hiçbir şey soramadım. Sohbetin sonunda sorarım diye erteledim, galiba biraz da bilmekten korktuğum için erteledim. Anı yaşa derler ya, anı yaşadık… Yine müsaade istedi ve gitti. O esriklikle uyumuşum.

Sabah uyanınca başladım kendime küfretmeye, nasıl hiçbir şey sormazsın, nasıl hiçbir bilgisini almazsın… Ya gelmezse diye kaygılanıyor ama diğer yandan da belki gelir diye de ümitlenip hazırlık yapıyordum… Bu kez üzerime bir ağırlık çöktü, aperatiflerden bir masa hazırladım.

Tüm organlarımın yer değiştirdiği, hiç birine söz geçiremediğim, bildiklerini okudukları o saat. Gün batımı; gelişini haber veren bir alarmdı artık benim için.

Bu kez çok kararlıydım, gelir ise, onu yakından tanımak için ne gerekiyorsa soracaktım. Aynı saatte elinde el işi bir masa örtüsü ile çıkıp geldi. Örtüsüz masada yemek yemeyi sevmiyormuş. Katıla katıla güldüm; kayık ve örtü. Bir kaç kadeh içtik, aynı türküleri sevmek, aynı dünya görüşüne sahip olmak, konuştukça sevinçten çıldırayım mı yoksa kahrımdan öleyim mi bilemiyordum. El işlerine olan merakından, yöresel motiflerden bahsetti. Hiç ilgilenmediğim bir konu olduğu halde onu saatlerce dinledim. O mu güzel anlatıyordu, konu mu değişik gelmişti bilmiyorum.

Kayığın sudaki hafif hafif sallanışı, konuşmanın ritmi, sarhoşluğun etkisi ile sanki dans ediyormuşuz hissini yaşatıyordu bize. Bir ara durgunlaşınca önemli bir şey söyleyeceğini anladım. “Bu gece burada seninle uyumak isterim.” Rahat edip edemeyeceğini sorgulamadım, öyle istemişti. Mutlu oldum. Omuzlarımıza polar şal aldık, başı göğsümde, kokusu burnumda öylece uyuyup kalmışız. Uyandığımda yoktu. Omzumda bir boşluk, masanın üzerinde maket bir daktilo ve not vardı. Yaz. Mevsimi niye yazmış derken, birden şimşek çaktı. Yaz, okuyacağım demek istediğini anladım… Yaşananlar düş müydü, gerçek miydi diye düşündüm. Masada örtü ikinci bir kadeh ve hediyesi olmasa, kesinlikle düş derdim. Akşam oldu, gün battı gelmedi. Sırtüstü uzandım.

Aşk insanı kündeye getirince, yıldızların nasıl parlak, nasıl uzak, nasıl dokunulmaz olduğunu anlıyorsun.

Aşk, gidenin ardından yüreğin sızlaması, yeri dolmayan bir boşluk ve geleceğine dair ümit imiş…

Dünya benim için kum saati idi artık; gün batımında getirdiğini gündoğumunda alan.Toparlanmam hayli zaman aldı.

Sonrasını biliyorsun” dedi.

Konu bana gelince yine sustu… O maket daktiloya dokunduğumdaki bağırışını, kırgınlığımı hiç unutmayacağım… Özür dilemeden, kendini affettirmenin en naif yolunu seçmişti. Sana bunu yerinde anlatacağım dediğinde çok derinlerinde sakladığı özel bir anısı olduğunu anlamıştım.

Yarım kalan aşk öykülerini ancak ölüm tamamlar.

Onun bir tarafı bu hikâye ile ölmüştü, onun için üşümüyordu. Ben ise üşüyordum ama bunu ona söylemiyordum.


26 Aralık 2015 Cumartesi

Bir Yıl

"sadece günlerdir, zaman, yalnızca günlerin arasından akıp gider"
  Hermann Broch /Vergilius’un Ölümü /s:57

                                                                                              



Her yıl sonu, ister istemez düşünüyor insan; ben bu yıl ne yaptım? Kişisel tarihime ne kattım? Yaşam felsefemde ne gibi değişikler oldu…  Dönüp bakıyorum, ay ay, gün gün…

Blog’umun  bir yaşını kutladım. Benim için çok kıymetli  bir uğraş. Yazılarım için aldığım iltifatlar kadar çok az şeyden  memnuniyet duydum… On iki yazı ile, iki binden fazla okunma mutluluk verici bir başarı.

İki üç yıl aradan sonra -çok keyifli saatler yaşadığım – ekibimle  halk oyunlarına başladım. Yine adım adım memleketi dolaşıp; halayı, horonu, kaşık havası, zeybeği ile her yöreden bir adım, her  ezgiden bir duygu yaşayacağım.

Yılın ikinci yarısı, bol eğitimli geçti. Yolculuklar, telaşlar, bir kadeh şarap ile unutulan yorgunluklar… İstanbul’u dinledim, öğrendim.. İşim için önemli iki sertifika aldım.

Çok güzel kitaplar okudum  bu konu da mütevazı olamayacağım, seçme ve tavsiye üzerine okuduğum  için okuduğum her bir kitap diğerinden güzeldi. .. “Güzel kitaplar, güzel dostluklar, ya da güzel dostluklar güzel kitaplar getiriyor”  her haliyle bu söz benim için yaşam buldu

Güzel kitap konusunda olduğu gibi dostlarım konusunda da mütevazı olamayacağım. 2015 bana, yeri dolmaz dostlar kattı .

Dostluğu zaman ve mekandan bağımsız yaşayabilen şanslılardanım… Dostlarım ve yaşamımdaki herkes, istediği zaman sorgusuz sualsiz gitme hakkına sahiptir. .. Hayatımın hiçbir evrensinde ısrarcı olmadım. Bu da bana,  kendi kendime tutunarak ayakta kalmayı öğretti.

Yıl içerisinde, unutamayacağım, daha doğrusu Zorba’nın  dediği gibi “ unutmaktan korktuğum”, kendimi kıskandığım anlar yaşadım. Zamanın kıymeti  bu anlarla ölçülüyor ise, benim için paha biçilmez bir yıldı…

Madalyonu çevirdiğimde çok üzüldüğüm, incindiğim, pişmanlık duyduğum telafisi mümkün olmayan anlar da var. Yaşam son bulmadan, sürprizler,  kırgınlıklar, ayrılıklar da son bulmayacak sanırım…
  
Yaşım ilerledikçe, daha içime, daha kendi dünyama dönüyorum, o küçük dünyada mutluyum… İçerisi çok keyifli… Ailem, dostlarım, kitaplarım ve  anılarım… Az ve öz…

Vazgeçme yetisine sahip olmadığım için; hayatıma çok nadir insan dahil ediyorum.
Onlar da buna değecek insanlar oluyor… Bu yetiyi  esirgeyen  Tanrı, seçme becerisinde ayrıcalıklı davranmış…

Bir yıla bakayım derken, yaşamımın tamamına  baktığımı fark ettim… Anılar inci gibi, tek tek oluşuyor ve  zaman zincirinde yerini alıyor…

İnsan bazen belleğine hayret ediyor; yılları bir soluğa nasıl da sığdırıyor.

Gelecek yıl bana ne getirsin diye kendime sorduğumda; “var olanlar gitmesin yeter “ diyorum…

Sizler için dileğim; yeni yıl gönlünüzdekini getirsin… 

15 Ekim 2015 Perşembe

Sürgünde Bir Kovboy


"Doğan gün umutlara gebedir"
Jean Yvane /Sürgünde Bir Kovboy /s:60



Yaşamı katlanılabilir kılan şey, belki de güzel tesadüfler. Bir dost sahaf önerisiyle edindiğim öykü kitabına, en az öykü kadar, dostluk ve vefa kokan bir yazıda rastladım.

“o zaman iyi geçirilmiş bir yaşamın; bazıları için acının ta kendisi olduğunu düşündü” cümlesini okuduğumda, acıyı ortak dil edinenlerin, ortak paydasında bu kitap olmalı diye düşünmüştüm. Sanırım yanılmamışım…


Sürgünde Bir Kovboy – Azıcık Tanıtım, Azıcık Eleştiri Yazısı
Sözcükler, yazarının eline düşünce, onun kurgulayabileceği dünyanın tek sınırı vardır: düş gücü. Bu düş gücü kimi yazarlar için sınırı çizilemez bir hal almaz mı? Bilim insanlarının, din adamlarının, -onlara da bir gün cinsiyetçi tavrı reddedip din insanları diyebilecek miyiz- hatta politikacıların mesnetsiz zırvalamalarının bile “görülebilen ufukları,” yazar tarafından alaşağı edilir. Yazar,  teması olarak seçtiği insanı, doğayı, dünyayı ya da ruhu öylesi bir tasvir ile “görülebilen ufukların” arkasına taşır ki; sınırlamacılar, düşünce korkakları, sansürcüler apışıp kalırlar. Öylesi kitaplardan birini okudum geçenlerde. Yazmaya çalışacaktım, aldığım notlar vardı, erteledim. Kitaba, sözcüklere ve yazarlara dair yukarıdaki açıklamayı yapıyorum çünkü, kestirmeden büyülü gerçeklik deyip de güdükleştirmeme niyetindeyim. Okutana, vesile olana bir müteşekkir olma halim var oradan devam edeyim. Kitabı, olasıdır; kitabevi raflarında bulmak güç. Azimli okur için kaynak iyi bir sahaf ya da kitap armağan etmeyi becerebilen duyarlı bir dost olabilir.

Sürgünde Bir Kovboy, bu girizgahın objesidir.

8 Eylül 2015 Salı

Eleştiri


“Niçin ilk defa gördüğümüz bir peynirin evsafı hakkında söz söylemekten kaçtığımız halde ilk rast geldiğimiz insan hakkında son kararımızı verip gönül rahatlığıyla öteye geçiveriyoruz.”Sabahattin Ali / Kürk Mantolu Madonna




Neden sürekli eleştiriyoruz?

Özellikle, sosyal medyada okuma üzerine…

“Twitter’da Facebook’ta paylaşmak için okuyorlar.” “Takipçi sayılarını arttırmak için, beğenilmek için kitaplardan paylaşımlar yapıyorlar.” Sürekli bir eleştiri bir küçümseme hali…

Okurun az olduğu memleketimizde, böyle eleştirme hakkına sahip miyiz? Bence değiliz. İnsanlar okusun. Heves kırmamak lazım. Belki önce paylaşım için okuyacak, sonra keyif alacak ve sürekli okuyacak. Merdiven ve basamak ilişkisi gibi düşünüyorum. İlk basamağa basmadan tepeye çıkamayız. Herkes kolejden, iyi edebiyat öğretmenlerinin elinden geçmiyor veya okuma alışkanlığı olan ailede yetişmiyor.

Vay efendim “kitapla fotoğraf çektirmek için kitap alıyorlar.” Alsınlar. Dünyanın en güzel objesi, çektirsin  fotoğraf ne var?

En somut örneklerden birisi de; Kürk Mantolu Madonna, çok fazla alıntılama yapıldığı, çok satılanlar listesinde hep liste başı olduğu için, en çok da onun üzerinden yürüyor eleştiriler. Karikatürünü de yaptılar. Kürk Mantolu Madonna, bir bu kadar daha okunsa hiç ses etmem, keşke okunsa. Edebi derinliğine inilmeden, felsefi olarak tartışılmadan, yazarının bu memlekette ne çektiği sorgulanmadan, düz bir aşk hikâyesi gibi okunması elbette tartışılmalı. Bu bir bilinç. Biz de bilinçli bir toplum olma yolundayız. Bunu kabullenip ona göre eleştiride bulunmalıyız. Okullarımızda edebiyat dersinden bize kalan sadece “failatün failatün failatün failün” Ezbere dayalı  eğitim sisteminden de başka bir beklentimiz olamaz.


“Kitapların içinden cümleler seçilip yazılıyor”, sık rastladığım eleştirilerden birisi de bu. Seçilsin. O cümleyi paylaşan kendinden bir şeyler bulduğu için paylaşıyordur,  bunu da seçici algısıyla yapıyordur. Tezer Özlü’ nün dediği gibi; “Tek bir kelimeden binlerce anlam çıkardığım günler de oldu, yazılan uzun cümleleri görmezden geldiğim günler de.”
Diğer yandan, belki o cümleyi kuran yazar merak edilecek, belki o eser merak edilecek. Ve bir kitap okunacak.
Burada sorun; cümlenin doğru alıntılanıp alıntılanmadığıdır.  Nazım’ın diye ne şiirler, Can Dündar’ın diye ne makaleler okuyoruz.  Bunu hep birlikte eleştirelim.


Konu nitelik ve nicelik tartışması değil. Konu edebi değeri olan- olmayan eser tartışması da değil. Bunlar çok başka şeyler… Düşüncelerim, popüler kültüre hizmet ediyor gibi algılanabilir. Değil. Ben de karşıyım ona, seçici bir okur olarak fikrim; nitelikli, bize değer katan eserler okumaktan yana. Fakat fikrimin bu olması bana kimseyi aşağılama hakkını vermez.

Bu memleket cahili kadar, entelektüelinden de çekti. İnsanları dışlamadan yana değil, kazanmadan yana olmalıyız.

“Oymacılıkta kural eleştirilerde de geçerlidir, oyulacak yer kesilmez.” Kesmeyelim. Güzele, güzelliğe evirelim…

20 Mayıs 2015 Çarşamba

Gölgeli Şarkı


"Günler uzun bir tespihin taneleri gibi art arda diziliyordu"
Maria Barbal/ Gölgeli Şarkı




Okuduğum kitap, edebi tür olarak bir novella. Benim için ise; küçücük bir roman, kocaman bir öykü.

Kadının her hali; çocuk, genç-aşık, yetişkin-anne, olgun-eş ve büyük-anne. Saç örgüsü zarafetinde yıllar ve duygu geçişleri…

Köyde geçen harika bir öykü… Dağ bayır, dere tepe dolaşmak, betonların arasında okurken , doğanın yeşille ve suyla ritmini hissetmek…

Yazarın yetiştiği coğrafyanın koşullarını bir cümle ile anlıyoruz “iş çok, ekmek kıttı”. Emeğin yüceliğini, çalışmanın meşakkatini, çalışırken neler kaçırdığımızı, görüyoruz…

Kadın olmak zor, her yaş da ve coğrafyada… Bazen çalışmaya sığınıyoruz, bazen çocuklara… Bunları yüreğimizin bam teline basarak anlatmış yazar…

Mülkiyet mi, insanca yaşamak mı sorgusu?.. Öğrendiklerimizi yaşama geçirmede ne çok zorluk çekeriz. “İnsanlar nesnelerden daha önemlidir ama, anlamakta zorlanıyordum.” diyor

Altını bir değil, bir çok kez çizmek, sayfayı kazımak istediğim cümlelerden biri: “aşık olup çılgın gibi sevinç hissettiğim o dönemi bir kayıp cenneti hatırlar gibi hatırladım”

Kırılan düşlerimizi, yüreğimize gömdüklerimizi bulmaz mıyız bu cümlede? “Günler yüreğimin üzerinde bir mezar taşı gibiydi”

Zamanın uzunluk birimi acılarımıza göre değişiyor, “sanki, bir buçuk ayda bir sürü yıl yaşamıştım” diyor yazar…

Çocukluğumuzdan içimize işlemiş, köklerimizin olduğu toprak kokusu, o özel rayiha, belleğimizi tazeler. Onu duyumsadığımız an bedenimiz nerede olursa olsun, ruhumuz yola düşer; çocukluğumuza ve köyümüze gider…

Yaşamda acıyla, yoklukla, güçlükle, mücadele ettiğimiz sürece varız.

“İçimde çoktan havluyu atmıştım” dediğimizde, ancak o zaman, dans biter; şarkılarımıza gölge düşer…

Bunu bize 92 sayfada anlatan bir yazar var… İyi ki var, iyi ki yazmış…

26 Mart 2015 Perşembe

Sis


“Büyük bir olasılıkla aşkla kıskançlık aynı anda doğuyor, aşkı ortaya koyan kıskançlıktır.” 
Miguel de Unamuno / Sis/s:113





Oturduğum cafe denizi uzaktan görüyordu. Siste kaybolan gemileri siren sesleriyle fark ettim. Denizin üzerine gri bir duvak atılmış gibiydi. 

Havanın sakinliğine inat, belleğimde fırtınalar kopuyor… Karşı masaya göz ucuyla bakıyorum, liman sükûnetinde… Kim bilir ne düşünüyor?.. 

Sisin kaynağı, karşı masada oturan adamın, tablada duran sigarasıydı sanki. Sigaranın dumanı cama çarpıp dışarı süzülüyor, oradan denize, şehre,  oradan tüm kainata yayılıyordu.

Adam, çayı, sigarası ve göremediğim ama varlığından emin olduğum birisiyle karşı masada oturuyor. Ben, çayım,  kitabım ve kaygılarımla duvarın dibindeki masada…İkimiz de siren sesinin geldiği yöne döndük… Gözlerimiz denize yönelmişti ama biz içimize bakıyorduk.

Dargın gidecek ne vardı?.. Hem hayıflanıyor hem de  ona haksızlık mı ettim diye kendimi sorguya çekiyordum. Bir savcı, bir avukat oluyordum.

Yâr ile başladığım kavga ağyârla bitiyor. Kurguladığım senaryonun içinde hapsoluyorum. Acabalar canıma okuyor. Küsüyorum, barışıyorum. O bunlardan habersiz… Hiç de olmayacak .

Kıskandım. Amaç buysa başarılıydı. Kıskanmak çok insani bir duygu değil midir; karşı tarafın özgürlüğünü kısıtlamadığı sürece? Sonuçta her ilişki kendi iç dinamiklerini zaman içinde oluşturuyor. Özgürlük çerçevesini birlikte çiziyorsun. Ya kıskandırmak? Koşulsuz, izahsız; basitlik  ve sığlık değil midir?. Kişinin akademik kariyerinin, sosyal statüsünün, maddi gücünün bir önemi kalır mı, böyle bir acziyete düştükten sonra…

3 Mart 2015 Salı

Özlem



"Özlemin azı çoğu olmaz, ağırdır işte"
Nazım Hikmet Ran  







Gezi için gittiğimiz köyde, tüm ekibi atlatıp; yazın sıcağını hafifleten, kır çiçeklerinin kokusunu ıhlamur kokusuyla harmanlayıp, ruhuma dolduran hafif esintiyle, kendimden geçmiş bir şekilde, aheste aheste dolaşıyordum… Sanki tüm köy, hayvanlarıyla birlikte öğlen uykusuna yatmıştı… 

Çapanın taşa denk geldiği yerde çıkan metalik sesle irkildim, sese doğru yöneldim ve o an yaşlı teyzeyle göz göze geldik… Yaşından beklenmeyecek kadar çevikti hareketleri… Yoruldum dedi ve çapaladığı bahçenin kenarındaki yüksekliğe oturdu… Yüzünün terini sildiği tülbendinin uçlarını, birer omuzundan arkaya doğru attı. “Ama geçer”, gülümsedi “geçmeyen bir tek yorgunluk vardır;o da özlemin yorgunluğudur…” dedi, o an gayri ihtiyari yanına iliştim… Durup düşündüm, gerçekten, hayata dair  en yorucu duygu, benim için de özlemdi… Ta derinlerimden sarsarak  geldi  bu cevap…

“Bazen alışırsın varlığına, kuş  tüyü  gibi hafif gelir, hatta varlığını unutur onunla bütünleşip yaşarsın. Bazen bıkarsın ağırlığından, altında ezilmekten, taşımaktan, adım atamamaktan, dizlerinin dermanının kesilmesinden... Kurtuldum deyip, en başa dönmekten bıkarsın…”

Bana Sisifos’ un kayasının özleme bürünmüş halini anlatıyordu… Sessizce dinlemeye devam ettim…

O kayayı balyozla parçalamak, en tepedeyken olanca gücümle fırlatmak istediğim anları sustum…

“Dinmeyen özlemler, dinmeyen öfkeler doğurur…” dedi.

Biliyordum. Yorgunluk ve bıkkınlığın hissettirdiği yılgınlıkla davrandım. Bin kere bunu yapar mısın diye sorsalar, bin kere yapmam diyeceğim şeyleri, ardı ardına yaptım. Son diyerek aradım. Bu son diyerek yazdım. Ve bu son diyerek  bekledim. Sonlar sonlara karıştı…

Ortak acımız vardı, dinlemek yaramı kanatsa da, onu dinlemek hazzından kendimi mahrum bırakamazdım… Benim dinleme, onun anlatma arzusu kucaklaşmıştı. Acısına ne kadar kıymet verdiğimi anladı ve anlatmaya devam etti… 

 “En çok da kokusunu özlersin…” dedi.