11 Şubat 2015 Çarşamba

Yol



"Değerli tek bir yolculuk türü vardır, o da insanlara doğru yürümek.
Odysseus’un yolculuğu da budur..."
Nizan/Aden,Arabistan sf:126







Ulaşmak için yapılabilecek tek şey vardı; yola koyulmak…Yürümek yürümek…Bilmediğin bir yola giriyorsun… Derinliğini, uzunluğunu bilmediğin… Ulaşıp ulaşamayacağını bilmediğin… Ama gönül rahatlığın için, iç huzurun için  bir eylem yapmış  ve kendi kendine en azından denedim diyebilmek için  yürümelisin… ulaşırsan zaten tarifsiz  –düşü  gerçekleştirmek tarif edilebilir mi?-  bir duygu olur…

Kendi yaşadıklarından anılarından biriktirdiklerinle yolu seçersin… Yol olmak, o yolda yürümekten çok daha zordur… Her yolda yürüyemezsin… Yol sana bilgi, bilgelik katmalı; yürüyüşte arzu varışta haz sunmalı…

Yola çıkarken heybene neler koyduğuna bakıyorsun; onun olma, elde etme, düş kırıklığı, kaybetme... Heybe karışık… Yolu cazip kılan da bu; gizemin cazibesi… 

Yola koyulurken ki mevsim ile yolun mevsimi hiç aynı olmuyor… Bunu da yolda öğreniyorsun… Yürürken kışın ayazı, yağmurun ürpertisi, yazın kavurucu sıcağı, baharın hafifliği her mevsimi yaşıyorsun… Esas insanın gücünü kıran ise; gönlündeki mevsim… Yaşamın gerçekliğine inat, düşlerin mevsimi; yolunda uğruna yürüdüğüne bağlı… Güldüğün de bahar, gel dediğin de yaz… Bi’şey demediğin de ise kış…  

Gecenin kendine has dinginliği, sabahın cıvıltısı, günün telaşı… Bu mevsimden payına düşeni alır… Yorulup durduğun da olur; koştuğun da… Kendini, kâh bir derenin çağlamasında duyarsın, kâh deniz dalgasında… Kaybolmak isteyeceğin bir orman da çıkar yoluna, görüşünü arttıracak dümdüz bir ova da… Yol yakın iken döneyim dediğin de olur, ne olursa olsun varacağım dediğin de… Kendinle çatışa çatışa yürürsün… 

Bir yandan da yol tükendikçe,  yaşama uğraşının da tükendiğini bilirsin… Her kavuşma ayrılığa gebedir… Yaşanan, tükenir… Yeni yollar, ümitler girer hayata… Kabul etmemiz gerçeği değiştirmiyor…

Zaten yürürken sana bunu yol; satır arasında, tavrıyla veya direkt olarak söyler… Mesele okumada, anlamada ve en önemlisi kabullenmede… Mantıkla gönül ne yazık ki ters orantılı işliyor…. 

Yalınayak yürüdüğün bu yolda… Ayaklarının kesiklerine dikkat etmelisin… Geri dönecek durumda olmalılar… Seni geri taşıyacaklar… Bu kez heybenin yükü ağırlaşacağı için dönüş, eziyete dönüşmemeli… Yükün ağırlığını yaşamın boyunca zaten omuzlarında hissedeceksin. 

Yoldan bize kalan mükâfat ise; yaşanmışlıktır…Yürümezsen yaşamış sayılmazsın…Yürümezsen o mükafatı hiç  kazanamazsın!..

29 Ocak 2015 Perşembe

Armağan




"Bellekte unutulmaz bir iz bırakan her imgeye bir şey bağlarsın:
Bir düşünce, bir yafta, bir kategori, bir kozmik öğe..."

Umberto Eco / Foucault Sarkacı/ s:53







Sevgililer günü yaklaşırken, e-mail ve mesaj kutularımız reklamlarla dolarken aklıma düşen sorular… Armağanları özel yapan nedir? Günlerin adı mı, sunulan hediyesinin ederi mi, yoksa manevi değeri mi?..

Bunları düşünürken Romain Gary’in Şafakta Verilmiş Sözüm Vardı adlı romanında annesinin yazara armağan konusundaki öğüdünü anımsadım… Romanın adı; kısacık bir özeti gibi… Annesinin fedakârlığını ömrünün her soluğunda hissetmiş, yaşamının biçimlenmesinde etkisi olmuş, bunun ağırlığını taşımış bir yazarın romanı
Yazar sıra dışı bir kalem… Fransa’da her yazara ancak bir kez verilen Goncourt Edebiyat Ödülü'nü, bir kez kendi adıyla bir kez de takma adı olan Emile Ajar’ la yayımladığı iki romanıyla iki kez kazanmış  olan tek yazar.

Anne öğütte şöyle diyor oğluna :“Şunu hiç unutma. Minicikte olsa bir demet çiçeği kendi elinle vermen, satıcının birinin eline koca bir demet tutuşturup göndermekten çok daha etkileyicidir. Bir sürü kürk mantosu olan kadınlardan uzak durmaya bak. Bunların bütün derdi, bir yenisine daha sahip olmaktır. Gerçekten gereksinim duymadıkça böylelerine pek yaklaşma. Armağanlarını özenle seç, Kime hangi armağanı vereceğini belirlerken titiz ol. Armağanı kime vereceksen onun beğenisine uygun bir şey seçmeye çalış. Eğer eğitilmemiş, görgüsüz bir kadınsa ve edebiyattan hoşlanmıyorsa, ona güzel bir kitap al. Yaklaşman gereken kadın, kültürlü alçakgönüllü ve ağırbaşlı biriyse ona lüks bir eşya, bir parfüm ya da bir şal armağan et. Takı türünden bir şey almak istediğinde kadının, saç rengine, göz rengine uyumlu bir şey seçmelisin. Bu özellikle broş, yüzük, küpe gibi şeyler için daha da önemli. Ya gözlerine, ya elbisesine, ya da mantosuna, ya eşarbına, hiç değilse saçlarına uygun olmalı aldıkların. Saç ve göz rengi aynı olan kadınları giyindirmek daha kolaydır ve insanı fazla masrafa sokmaz böyleleri” (s:106)

16 Aralık 2014 Salı

Rüya



"Hayatın kısa rüyasına karşılık, sınırsız zamanın gecesi ne kadar uzun!"
Schopenhauer




Düşler gerçekten güzel olunca;  rüyalar da yaşamdan güzel olur. Onun içindir geceye sığınmamız; karanlığıyla saklasın, sessizliğiyle sarsın…Bir ırmak gibi alsın götürsün ruhumuzun özlediğine…

Yolların, yılların yapamadığını o yapsın. Kırgınlıkları,  küskünlükleri, öfkeleri araya girenleri; çağlaması silsin…
Ay güzelliğini esirgemez düşlerden ve de rüyalardan…

Gece, Ay, ırmak ve rüya…Süslesin benliğimizi ritmiyle, ışıltısıyla…

Rüyada sevgi ilk halindedir. Kırılmamış, örselenmemiş, tükenmemiş… Konuşursun, koklaşırsın, sarılırsın, hasret giderirsin… Uyandığında kokusu burnundadır; huzuru ruhunda.

Bazen , barışma aracıdır rüyalar. Köprü Üstü Aşıkları filminde şöyle der kadın, hapishaneye terk ettiği sevgilisini  görmeye gittiğinde: “Rüyalarım gönderdi beni , Rüyasında gördüğünü uyanınca aramalı insan bu hayatı  kolaylaştırır. -Alo, seni rüyamda gördüm. ’Aşk uyandırdı beni’ “

15 Aralık 2014 Pazartesi

İsyan



Biz bütün bir kadın cinsinin kurtuluşu için yola çıktık.
                                                                Rosa Luxemburg






8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde elimizde pankartlarla yürürken, bir slogan atmaya başladı grup lideri; “dünya yerinden oynar kadınlar özgür olsa...“ Buna bayıldım. Bir sokak dolusu kadın, zıplayarak, slogan atarak  yürüyoruz. Derken ikinci slogan; “gelsin koca, gelsin baba, gelsin polis, inadına isyan, inadına isyan, isyaannn…” İlki iyiydi ama ikinci sloganda ben eridim, kayboldum pankartların arasında…

Bizim toplumumuzda böyle bir yara var, kız çocukları istismara uğruyor, kadınlar kocaları tarafından  öldürülüyor, kadına şiddet hiç olmadığı kadar artmış, ama ben bu sloganı atamam ki. Beni yetiştiren babaya yazık, üç yüz elli kilo metre birlikte mitinge gittiğimiz kocama yazık. Biz babası tarafından, kocaları tarafından sevilen kadınlar, hor görülen kadınlar adına yürüyoruz. Bu da ayrı bir yara. Mağdurlardan bir tane etrafta yok. Onların dramı, tiyatro oyunu olarak sergilendi. Oysa gerçek oyuncu onlar, sahnedekiler figürandı…

Annem bizi, babama bırakıp güne gitmişti. O zamanlar yemek yapmayı bilmeyen babam, bildiği şeyi; örgütlemeyi   ve pankart yapmayı seçti. Cadde üzerinde olan evimizin alt katında ki  marangoza gidip çıtalar kestiriyor, karton, yapıştırıcı, bant ve keçeli kalem… Malzemeyi tamamlıyor. Pankartları hazırlıyor; başlıyor üzerlerini yazmaya, “yemek bizim hakkımız”, “anneyi evde istiyoruz”, “yemek yoksa direniş var”, “bu evde grev var” gibi bir çok pankart. Pankartlar hazır, biz de boyamaktan yazmaktan açlığımızı çoktan unutmusuz zaten… Annemin gelişini balkonda bekliyoruz, annem zili çaldığı  an da, direnişle karşılanıyor. Sloganlar, pankartlar koridorda  kıyamet kopuyor. Üç biz, bir de babam toplam dört kişiyiz. Örgüt kurmaya sayımız yetiyor yani...

Böyle bir anısı olan çocuk olarak nasıl avaz avaz bağıra bilirim gelsin baba diye… Ses ağzımda boğuldu her seferinde kayboldu gitti.
Töre cinayetleri üzerine okuduğum için biliyorum, kadın olmanın ne kadar zor olduğunu… Okul yerine mezara giden, aile içi şiddetten kaçarken aile kurşununa gelen kızlar… Boşanmak isteyen kadınların hazin sonları.

8 Aralık 2014 Pazartesi

Sahil


Bir şey kaldı, bir denizin kıyısında senden,
Bakışlarla yüklü, söylemelerle sessiz..
Seninle dolu, seninle sensiz bir şey..
Arandıkça bulunmamış yıllar yılı,
Bulundukça aramaklı.
Özdemir ASAF




Bazı türküler vardır duyunca, bazı şiirler vardır okuyunca düzen tutmazsın… Gönlünde med-cezir oluşur, alır seni götürür…

Sahil kasabasında, denizin kıyısında büyürken; onu anıları biriktirdiğim bir depo, kendime bir sığınak yaptığımı fark etmemişim, her bir anıyı ancak onunla öğütüp, onunla yaşayabileceğimi bilememişim… Ne zaman savruldum, o zaman bildim…

Rüzgâr türküyü, türkü anıları, anlılar seni sahile sürükleyince; oturursun kıyısına… Üzüntülerin, kırgınlıkların, sevinçlerin, mutlulukların, mutsuzlukların;  göz ucuyla dokunursun her birine… Aradan bir kelebek  gülümser.

“Bin  yüz kilo metreden binlerce öpücükle kolay gelsin” mesajına, gelen yanıt: “o binlerce öpücük binlerce kelebek oldu boğaza saçıldı, buraya rengârenk bahar geldi…”

Tarifsiz bir duygu; bu psikolojik değil düpedüz patolojik bir şey…Kalp atışların değişiyor, elinle göğsüne bastırıyorsun, kalp senin ama yürek onun…
Heyecanın en sarsıcısını yaşadığını sanırken, henüz yüz yüze gelmediğini, o ilk buluşmanın heyecanın neler yaşatacağını bilmediğinin ayırdına varıyorsun… Derken; vuslat. Bakıyorsun ki, o kelebeklerin hepsi senin etrafında. Ne mevsimin önemi var, ne zamanın. Mevsim sensin, zaman o!..
Sarıldığında, ayaklarını yerden kesip etrafında döndürdüğünde; kokusu kokuna karıştığında, kainat dursun, zaman dursun doya doya sarılayım istiyorsun. Mutluluk bu olmasın Tanrım! Bunun bir tekrarının olması mümkün değil. O anda tülden kanatlar gülücüklerle birlikte sönüyor; “an” ı yaşarken, anıya çevirmek kadınlara verilmiş en büyük ceza…

Sonrası yok! O an var! Onu da yaşamayınca ne kalır; hüzün kalır, beklemek kalır, özlemek  kalır, bir de kokusu kalır… Kaldı…

İki yaka bir şehre sığamadığını nasıl unutur insan…

28 Kasım 2014 Cuma

Mektup



"Postacının çantasındaki mektuplara neler sığar:Kaç ölüm-dirim haberi, kaç hülya,  kaç yanlış anlaşılma" 
Gönderen:EnisBatur






Düşmüş!.. İçeri düşmüş!.. Annem ağladığına göre kötü düşmüş demek ki… Elinde bir mektup… okudukça hıçkırıklar sıklaşıyor… Göz yaşları mektup üzerindeki harflerde büyüteç görevi görüyor, damlanın düştüğü harf kocaman oluyor…Babam teselli ediyor… Madem teselli edecektin, niye verdin mektubu, niye saklamadın?..  Babama o küçücük aklımla hayıflanırken, içeri düşmenin ne demek olduğunu çözmeye çalışıyorum… Bu kadar ağlandığına göre içine düşülen çukur derin… Çıkılması güç, öyle ya!… Hıçkırıklar arasından annemin kısık sesi “daha da çıkamaz”. Son kararım: çukur çok derin…



Belleğimde mektuba ve 12 Eylül’e dair ilk iz… Ekmek almaya diye evden çıkan kuzenim, yıllarca geri gelmemek üzere götürülmüş…


Mektup, sonraki  yıllar; hep güzel haber demekti , teyzem demekti… Tekrar tekrar okunan, her kelimesinde hasret giderilen, uzakları yakın eden kağıt parçasından çok kutsal bir metindi… Zaten okumalar da ayin edasında yapılırdı.. Sessizce… Bir köşede…

27 Kasım 2014 Perşembe

Kasım Adın Hüzün Olsun

“Yaşam felsefesi olarak yücelttiğim şeyin bir çeşit hüzün olduğunu anlıyorum.”
Umberto Eco /Foucault Sarkacı/s:90




Gönül üzgünlüğü, TDK hüznü böyle tanımlıyor. Bence, duygu yükü… Anımsatan  şeylerin çokluğu yükü ağırlaştırıyor; misal kasım…
Renk ahenk  bir doğa… Yeşilin turuncunun, kızılın, sarının her tonu… Göllerde nehirlerde yansımalar… kır evine sığınası geliyor insanın, dünyanın tüm derdinden tasasında uzağa, bir oda dolusu kitapla sevdiğinin kollarına…Okudukça kaybolsak, kayboldukça  okusak ve yeniden satırlarda dizelerde kendimizi  bulsak…Şöminenin çıtırtısı, rüzgarın uğultusu, düşen yaprakların uçuşu; anılara alıp götürse…
Sararıp , kopan yapraklar ayrılığın imgesi iken simgesi olur … Yük ağırlaşır… Yalnızlık duygusu yoğunlaşır, gönül gücümüzü destekleyecek, yükseltecek kişiler ararız etrafımızda… Varlığı, bin derde dava olanlardan… - Ama yokken var olanları buna dahil edebilir miyiz?

Boynumuzu büken, doğanın güzelliği midir, yoksa anıların ağırlığı mı?