13 Ocak 2020 Pazartesi

Gün Olur Asra Bedel


Tren rayları gibi paralel uzanan ve kesişmeyeceğini bildiğimiz yazgımızın üzerinde yürüyorduk. 

“Bulutsuz gökyüzünde tepede ışıldayan ay, yeryüzünü süt rengi soluk bir aydınlığa boğuyordu.” (s:157) Yol kısa ama yürüyüşümüz ömre bedeldi. Yedigey, dostu Kazangap’ın ölüm haberini aldığı andan itibaren cenazeyi götürüp gömüp dönme süresine Aytmatov, nasıl Kazangap’la Yedigey’in tanışmasını, dostluğunu ve tüm yaşamını sığdırdı ise; bizim de bu yürüyüşümüze; tanışmamız, birimize anlattıklarımız, anlatmadıklarımız ve hiçbir gün anlatamayacaklarımız sığmıştı.

Arnavut taşlarla döşeli dar sokaktan sıralı restoranları olan meydana geçtik. Dışarıya atılan ahşap kare masalar, etraflarında dörder san
dalye ve duvarlardaki rengârenk apliklerle çok hoş görünüyordu. Sohbetin sonunda mekânın tesadüfen seçilmediğini anlayacaktım. Kendimizi özel hissetmemiz bu duyguların en güçlüsüydü galiba. Onun için ne öznesi ne de mekân hafızamızdan silinmiyor. Şaraplar ve peynir tabağı geldiğinde roman üzerinden toplumsal ve kişisel belleği konuşmaya başlamıştık. 

Toplumsal bellek için önemli olan kültürün aktarılmasıdır. Bu da sözlü olarak, masallar ve türküler ile yapılıyor. “Bence türküler eski çağlardan bizlere kalmış bildirilerdir,” diyor Aytmatov (s:190). Kuşaktan kuşağa aktarılarak gelmiş Mankurt Efsanesi ile masalı örnekliyor. 
“Bir insanın elinden malı mülkü, tüm zenginliği, gerekiyorsa yaşamı alınabilir? Ama beynini sakatlamaya kim cüret edebilir? Ey Tanrım, eğer varsan kullarının aklına böyle bir şeyi nasıl getirebilirsin? Yeryüzünde kötülük eksik değilken insanlara bunu nasıl yaptırırsın.” (s:165)
İşkence edilerek hafızasını yitiren insana denmiş Mankurt. Ondan sonra da köle olarak kullanmışlar…Bizde kullanılan “mankafa”nın kökünün de mankurt olduğunu öğreniyorum. 
Bozkır tasvirleri öyle güçlü ki, kitap sayfası bir anda tual olup; kışın “kar denizi” yazın ise “çöl” tablosu oluyor.
Sadece yük trenlerinin durduğu, yolcu trenlerinin durmadığı bir istasyon. Bozkırda sekiz haneli küçük bir köy... Koşulların ağırlığı, yoruculuğu insan olmanın verdiği sorumluluğun yanında eriyip gidiyor.

Ahmet Arif dizelerini anımsatan bir boyutu daha var romanın; “Düşün, uzay çağında bir ayağımız, / Ham çarık, kıl çorapta olsa da biri… ” Bozkırda sürüp gideceğini sanıyordum tüm metnin, uzay bölümleri sürpriz oldu bana dedim. Ve okudum. “Demek oluyor ki bizler, evrende benzersiz, uzayın akıl almaz genişlikteki ıssız boşluklarında kendi türümüzde eşsiz varlıklar değildik! Evrende insanoğlunun dışında ruh taşıyan başkaları da vardır.” (s:70)
Kitapta çok katman vardı ve birini konuşursak diğeri unutulacakmış gibi geldiğinden bölümden bölüme geçiyorduk.

Bireyin otorite ile kavgası, doğa ile kavgası ve en zoru da kendisiyle kavgası. 
“Burada seni öldürecek kimse yoktu ama ölüp ölüp dirilen hep kendindin.” (s:26)
Birçok soru sorulabilirdi, ama benim kafamdaki soru şuydu: 
Kadın neden terk eder? Aslında kalıp mücadele edecek kadar güçlü iken bile neden gider? Böyle öğrenmiş, ontolojik açıdan baktığımızda yazgısına direnen, karşı çıkan, özgürlüğünü yaşayabilen kadın sayısı çok az… Bunlar da tarih boyunca bedelini ödemişler. Geneli genlerine işlemiş olan gitmeyi tercih ediyor. Buna da kendini ikna edecek çok güzel sebepler buluyor. Ötekine bakıyor. Hâlbuki dönüp içine baksa kendisini ve nerede olması gerektiğini görecek. 
Geride kalana kocaman bir boşluk kalıyor, hiçbir şeyin dolduramayacağı boşluk. Bir uzuv gibi, alışkanlık gibi onunla yaşamayı öğreneceği boşluk… Gidenin tutunduğu sebepler kalan için manasız,  çünkü esas olan eylem.

Kalarak giden kendisinden geriye bir şey kalsın ister, Yedigey’in gözyaşlarını sildiği atkı gibi.
Kalmayı denememiş, tercihi hep gitmekten yana olmuş bir kadın olarak, konuyu farklı bir açıdan tartıştığımın farkındaydım, o da… 

Okuduklarımız zamanla fikirlerimizi değiştiriyor demek ki.

Aramızda derinlerde olan bağın gücü, ortak paydamız olan edebiyattan geliyordu. Aşk olarak hissettiğim duygunun zamanla dostluğa evrilmesinde ilk defa kekremsi bir tat alıyordum…

“Bu yerlerde trenler ise doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelirdi,” diyor roman boyunca yazar…

Geldiğimiz gibi, o dar sokaktan geri döndük…Ay aynı güzellikteydi.


Yazar: Cengiz Aytmayov
Roman: Gün Olur Asra Bedel
Çevirmen: Mehmet Özgül
Yayınevi: Nora (1.Baskı)

6 Ocak 2020 Pazartesi

Lizbon’a Gece Treni





Peter Bieri, romanlarında Pascal Mercier takma adını kullanıyor. Yazar, Felsefe eğitimi almış, eski diller üzerinde çalışan, ‘Zamanın Felsefesi’ konulu çalışmasıyla doktorasını tamamlayan, çeşitli üniversitelerde felsefe profesörü olarak görev yapmış.2004 yılında yayımlanmış Lizbon’a Gece Treni, Avrupada 2 milyon sattıktan sonra Dünya ile satış rekorlarına devam etmiş.
Çok satan kitaplara karşı belli bir önyargı varken, roman bunu kırmış ya da istisnai bir örnek olmuş diyebiliriz. Çünkü, dili, yorumu, kurgusu ile has edebiyat, derinliği, eleştirileri ve sorgulama yaptığı başlıklarıyla iyi bir felsefi-roman. Siyaset, aşk, baba-oğul, anne-oğul, dostluk, ihanet, işkence, din ve dinsizlik. Roman, tema yelpazesinin genişliği ve her bölümde yeni bir karakter katılması ile beslenerek gürleşen bir ırmak gibi akıyor.

 Hikaye bize dört bölümde anlatılmış: Yola çıkış, Karşılaşma, Deneme ve Geri Dönüş.
“Gitmenin ne demek olduğunu bilmeden” çıkış kapısına ilerlerken kahramanımız, aynı zamanda yaşamını hayat yapacak adımları da atıyor.
“Hayatımızın gerçek yönetmeni rastlantıdır, gaddar, acımasız ve büyüleyici bir cazibesi olan yönetmen.” Kurgu, bu rastlantılar üzerine kurulu. Romanı okurken, Unamuno’nun Sis romanındaki “Rastlantı dünyanın gizli ritmidir” cümlesi hafızamızdan yıldız gibi kayıyor.
Prado’nun ablasını tasvir ederken “kadından buz gibi hararet yayılıyordu” diyor! Okumaya keyif katan bunun gibi betimlemeler belleğimizde kalıcı fotoğraflar oluşturuyor.

Kelimeleri ne kadar özenli kullanacağını, ne kadar değer verdiğini, Prado’nun kitabının adında haber veriyor bize yazar: Sözcüklerin Kuyumcusu. “ Martın sonu, ilkbaharın ilk günüydü” diyor 21 Mart yerine, mezarlık demiyor “ ölüler şehri” diyor. Bu sarraflık roman boyunca devam ediyor.
Freud, “çok sayıda filozof ve edebiyatçı, bilinç dışının özüne yaklaşmıştı” demiştir. Tarihin ve insanın derinlerine inmek için metafor olarak arkeolojiyi kullanmıştır. Yazar, Gregorius için, “onu arkeolojik buluntulara bakarken hissettiği huşu içinde inceliyordu” diyor. Freud’u doğrulayan bu tür cümlelere rastlıyoruz romanda.

“Hayat, yaşadığımız şey değildir; yaşadığımızı hayal ettiğimiz şeydir”
Bunun gibi başlı başına tez konusu olacak aforizmalar çok, ama bu asla bir değersizlik yaratmıyor, hatta anlatımı ve dili güçlendiriyor.
“Ötekiler senin duruşma salonundur.” Lacan’a gönderilen selamlardan ve Prado’nun yaşam felsefesini oluşturan cümlelerden birisi.

Romanda fiziksel olduğu gibi baştan sona içsel ve zamansal yolculuk var: ”Yol almakta olan bir trende oturur gibiyim kendi içimde.”
Bölümler gibi, katmanlar da var romanda, bu katmanlar okumayı derinleştiriyor. Notlar, kendi hayatı, antik döneme düşsel yolculuklar ve an’ı yaşaması.
İlgili bölümlerden alıntılar şöyle;“bir yerden ayrılırken geride kendimizden bir şey bırakıyoruz, oradan gitsek de orada kalıyoruz”
“kendilerine özgü kokuları kokladığımızda, sadece uzak yere varmış olmayız, kendi içimizin uzaklarına da varmış oluruz”
Cemal Süreya dizelerinden yardım alarak açıklayayım “Gitmekle gidilmiyor ki, gitmekle gitmiş olamazsın; gönlün kalır, aklın kalır, anıların kalır “

“Yolculuk etmeyen insanlara neden acırız?” sorusuna, “dıştan genişleyemeyecekleri için içlerinde de yayılıp genişleyemezler de ondan” yanıtını veriyor.
Hayata dair bizim adımıza sorular sorup yanıtlıyor.

“Vedalaşmak, insanın kendi kendisiyle de yaptığı bir şeydir. Başkalarının bakışları altında kendisine arka çıkmasıdır” diyor, benzerine az rastlanır güzellikte ve özgünlükte bir veda tanımı, okuru kendi içinin derinliklerine gönderen yüzleştiren pasajlardan birisi. Bunu Bir Prado’nun notlarında, bir de kahramanın yaşadığı anda vurguluyor. Gözden kaçmasın der gibi.
Hayat yolculuğunda, doğduğumuz zaman dilimi, coğrafya, ailenin sosyal statüsü, tesadüfler, rastlantılar yolculuğun seyrini belirler tabii ki, ama raylar da makas değiştirme bilinci bizi istediğimiz yolda yolcu yapar. Gregorisun’un insan ayırımı da felsefi idi;” Okuyan insanlar vardı, bir de ötekiler.”

Okuyan insanlar safında olmaktan ve sizlerle okumaktan mutluyum.
****************************************
Edebiyat Burada'da yayımlanmıştır.

17 Nisan 2019 Çarşamba

Dedem, Kır Abbas ve Kaplumbağalar



Dedem, Kır Abbas ve Kaplumbağalar
Gece boyunca fırtınanın uğultusundan hiçbirimiz uyuyamamıştık. Dedem, mahsulünün durumunu görmek istemiş olacak ki, günün ışımasıyla  kendini fındık bahçesine attı. Kapıdan  içeriye girdiğinde elindeki kırılmış fındık dalları kadar kırgın görünüyordu dedem.  “Bu rüzgâr değil, bu bir afat,” diyerek zararın büyüklüğünü anlatmak istercesine bahçeden topladığı dalları babaanneme gösterdi. Yeşermesi için onca emek verdiği bahçesindeki kırılan dallar, onun kırılan umutlarıydı.
Çaresiz, ağır adımlarla gelip divana oturdu. Elinde tuttuğu dal demetini ayaklarının ucuna, yaz kış kurulu duran, kuzine sobanın önüne bıraktı. Dallar, üzerinde büyümekte olan fındıklarla öylece uzanıyordu. Fındık yaprağının alt kısmı daha mat ve damarlı, üst kısmı daha parlak ve pürüzsüz olur. Bu ağaçta  olsun yerde olsun,  ışığın da oyunuyla bakana ebruli bir görüntü verir. Ama o an dedemin gördüğü renk hoşluğu değildi, bu yıl için ve  gelecek yıllar  için tek geçim kaynağının uğradığı zarardı.
Uzun süre sessiz soluksuz öylece hiç konuşmadan oturdu. Bakışlarımız buluştuğunda, hüznünün bize de yansıdığını anlamış olmalı ki, doğruldu, boş meyve sepetini koluna taktı, “Haydi,” dedi. Dedem önde biz arkada bahçeye doğru yollandık. Dedemin sessizliği bize de sirayet etmişti, hiç konuşmadan ilerliyorduk. Şiddetli rüzgâr neredeyse dalda meyve bırakmamıştı. Elmaların kimisi yeşil çimende mercan gibi parlıyor, kimisi rüzgârın savurduğu ot, yaprak, çalı çırpı altında saklanıyordu. O saklananları bulmak o anki oyunumuzdu. Neşemiz yerine gelmeye başlamıştı. Ta ki, dedem yerdeki kuş yuvasını fark edene kadar. “Eyvah!” dediğinde iş işten geçmişti. Geceki rüzgârda daldaki  kuş yuvası yere düşmüş, yavru kuşlar yere saçılmış, üzerleri çalı çırpıyla örtülmüştü. Ayağını YERDEN kaldırdığında korktuğu başına gelmiş, yavrulardan biri ezilmişti.
Dedem, ufak tefek, hafif göbekli normalde dudağında hep neşeli türküsü olan şen bir adamdı. O şen dedemden eser yoktu. Bu da bir “afat”tı onun için. “Dizlerimin dermanı kesildi,” dedi.  Olduğu yere yığıldı. Üzüntüsünü, çaresizliğini anlamıştık. Biraz oturup toparlandıktan sonra kalktı, yuvayı önündeki fındık dalına sağlam bir şekilde yerleştirdi. Yerden yavruları topladı ve yuvaya koydu. Doğayı sevmeyi, hayvanı sevmeyi, elemi, kederi, umudu, umutsuzluğu köyde öğreniyor insan. Biz de okul tatillerinde dedemle geçirdiğimiz zamanlarda öğrendik.
Tıpkı Fakir Baykurt’un okuduğum bu güzel romanında dediği gibi; “Asıl okul köyün kendisi. Yazlar, kışlar, tarlalar, dağlar, yalçın kayalar! Yalçın yaşam. İnsanı insan eden yaşam.”1 
Emekle üreterek o tatlı yorgunlukla tüketerek yaşanan yaşam.
Coğrafyası, iklimi, doğası farklı olsa da çilesi benzer köylerin; zahmet yokluk ve yoksulluk. Eğitime ulaşma güçlüğü de cabası. Oysa köylerinde eğitim, eğitmen isterler; “Hem de sadece A’yı B’yi değil, iş gücü, hak sormayı, hak almayı belletecek eğitmenler” 3 Okuyana değer verir, onların önce kendini, sonra köyü, sonra memleketi kurtaracağına inanırlar.
Bizde yeşil, bozkırda kuru dallar “direnç türküsü” 6nü söyler. 
Biz yeşilin maviyle buluşmasının coşkunu yaşarız,  bozkır, sarının ve toprak renginin hüznünü. Biz de hoyrat tepeler, dik yamaçlar mevsim geçişlerinde görsel şölen sunar, bozkırda ise, düz ovalar sonsuz ufuklar…


Kır Abbas gibi dedem de biraz küfürlü ama komik konuşurdu. Kır Abbas’ın kaplumbağayı, dedemin yavru kuşu kazara öldürdüğündeki keder de aynıydı. Adını koyamasalar da yaşam hakkına saygı, yaşayana sevgi vardı. “ İnsanın çenesi değil, yüreği konuşmalı” ydı.2  Yürekleri aynıydı. 
Romanda ilerledikçe çocukluğumun köyü gözlerimin önüne geliyordu. 
Dedemlerin evini hatırlıyorum, çift  giriş kapısı olan  toprak mutfakta soba yazları da fırın görevi gördüğü için hiç kaldırılmazdı. İki oda tahta döşemeli ve evin alt katında ahır. Arka cepheden bakıldığında tıpkı Kır Abbas’ın dediği gibi “Kaplumbağaya benziyordu.”4 “Dünyadan bezip yere kapanmış. Yürümek istiyor, yürüyemiyor gibi.” 5 Öyle kasvetli görünürdü. Fakat bizde de bozkırın sarı otlarına inat ağaçlar gökyüzüne erişmeye çabalıyormuş hissi verecek kadar uzundu. Gölge derdimiz hiç olmazdı. 
Tozak köyünde dağdan, taştan bağ yaparlar kıymetli olur hazine gelir el koyar. Biz de dik yamaçlarda filizden ağaç yaparlar rüzgâr, kasırga gelir biçer yerle bir eder ama küsmezler; çünkü yeniden yeşertmeyi bilirler.
 Yazar,  önsözünde hüzünlü oldu bu roman diyor, benim için de hüzünlü bir okuma oldu…
Anadolu'da bir köyü okurken Karadeniz'deki bir köy burnumun direğini sızlatıyorsa, bu edebiyatın ne kadar yaşamın içinde olduğunun kanıtıdır.



Fakir Baykurt /Kaplumbağalar /Literatür Yayınları (19. Baskı)
1:Sayfa  325 2:Sayfa 326 3,4,5 :Sayfa 49 6:Sayfa 8

4 Kasım 2017 Cumartesi

Işığa Yolculuk




Havaalanında ökçeli ayakkabılarla koşuştururken, kalabalığa mı, üzerimi değiştirmeye zaman bulamadığıma mı yoksa ikisine birden mi lanet okuduğumu bilmeden insanlara çarpa çarpa valizimi sürükleyerek bankoya ulaşabildim. İnsanların konuşmalarından yayılan homurtu ortamdaki seslerle birleşince dayanılmaz bir uğultu oluşturuyordu. Kalabalığı ve uğultuyu bölerek ancak üçüncü anonsun sonunda ulaştım bankoya. Derin bir soluk alarak kimliğimi yer hostesine uzattım. Bagaj işlemlerini tamamlayıp uçuş kartımı aldığımda, uçağı kaçırma riskinden ve valizin ağırlığından aynı anda kurtuldum. Yerime oturduğumda, telaştan ve koşuşturmaktan unuttuğum ayaklarımın ağrısını zonklamalarıyla farkına vardım. Bir kahve her şeyi unutturacaktı.

Uçak apronda hareket etmeye başladı. Çok yorgun olmama rağmen, el alışkanlığıyla çantamdan kitabımı çıkardım. Yanımdaki kilolu sayılabilecek bir bey, cüssesine yakışır bir dosyayı dizlerine koymuştu. Yol boyunca çalışacağını, uçağın kalkışının tamamlanmasını beklediğini tahmin ettim. kemer ikaz ışıklarının sönmesiyle tablasını açtı ve dosyayı yerleştirdi, dosyanın altında ince bir kitap ilişti gözüme. Okuyan insanlara has bir merakla kitabın hangi yazara ait olduğunu, bildiğim bir kitap olup olmadığını merak ettim. Ve dayanamayıp ” Kitabınıza bakabilir miyim?” dedim. Cevap vermeden nazikçe uzattı kitabı. Furuğ, Yeryüzü Ayetleri, Seçme Şiirler . Bir şiir kitabı. Mahcup bir tebessümle  “bildiğim bir şair değil” dedim. O Furuğ’u bilmeyişime şaşırdı ben de bir beyin seyahat kitabı olarak şiir seçmesine.

“İranlı kadın şair“ dedi. “O coğrafyada kadına biçilen elbiseyi giymemiş, kendisine aşktan ve sanattan bir elbise yapmış  özel bir kadın.  Onun için Rıza Berahani “İran’da tamamen biriciktir ve dünyada ise kadın biricikleri arasında demiştir. Özgürlüğünü ve sanatını her şeyin üstünde tutmuş, bedelini ömür boyu çocuğunu görmeyerek ödemiş,  o kıtada dile gelmemesi gerek şeyleri şiir olarak yazmış,  cesaretini ispatlamıştır." Soluklanıp kitaptan 37.sayfayı açtı ve sözlerini doğrulayan dizeleri okudu.

“Günah işledim hazla dolu bir günah
 Sıcak, ateşli bir kucakta
 günah işledim demirden
 ateşli, öç  peşinde kollar arasında”
  
Furuğ’un şiirindeki aşkı bilmiyorum ama sizin aşkla bahsettiğiniz belli dedim. Hüzünle baktı, “ona gidiyorum” dedi. Aşk tek taraflı yaşanabilendi,- karşı tarafın ölü olmasının ne önemi var-. Vuslat dedim içimden. Umarım bir aksilik olmaz ve kavuşursunuz. Sanat, kadın, aşk ve cesaret bunlar çok kolay bir araya gelen kavramlar değil en azından kendi coğrafyamdan biliyorum. Hayatımın en güzel yolculuklarından birisi olacağı kesindi artık.
-Yormayacaksam daha dinlemek isterim.
-Okurum tabii, ama isterim ki şiirlerini kendi sesinden dinleyin, sesinin ahengi, vurguları insanı büyüler.
“Söz” dedim, “ilk fırsatta.”

“ah!
bana düşen budur
bana düşen budur
bana düşen
bir perdenin asılışının benden aldığı gökyüzüdür
bana düşen terk edilmiş merdivenden inmek

ve yalnızlık içinde çürümekte olan bir şeye ulaşmaktır
bana düşen hatıralar bahçesinde hüzünle dolaşmaktır
ve "ellerini seviyorum"
diyen sesin kederinde ölmektir”
Çok güzelmiş dedim. Yolculuktan çıkıp özel bir şiir dinletisine dönüştü yol.
Kitabın sayfalarını çevirip okuyacağı  şiire bakındı ve  durdu. Sayfada kırmızı kalemle düşülen notta,
” bazı dizeleri sadece bedelini ödeyenler anlar” yazıyordu.
“orada gece boyunca
göğsümde umutsuzca,
nefes nefese soluyan biri
ayağa kalkıp
seni isteyen birinin
soğuk ellerini
durmaksızın itiyordu”

Notu sormadım.

Aşkın her halini dinliyordum; karşılıklı, karşılıksız, yasak, çok sevilen ve çok seven…

“Aşk gerçekten aşksa, zaman aptalca laftır“ dediği için belki de, zamanı hiçe sayarak gidiyorum dediğinde, alçalmaya başladığımızın anonsunu duyduk.
Kendimi bile kıskandığım olmuştur ama, yaşamayan bir kadını ilk kez kıskanıyordum.
Anılarıma unutamayacağım bir yolculuk, belleğime harika şiirler ve hayatıma özel bir dost katarak  harika bir yolculuğun sonuna geldim…

“herkes biliyor
simurgların sessiz ve soğuk rüyasına yol bulduğumuzu
gerçeği bahçede
adsız bir çiçeğin utangaç bakışında
ve ölümsüzlüğü
iki güneşin birbirine bakıp daldığı
sonsuz bir ânında bulduk biz.”


Kitap: Furuğ/  Yeryüzü Ayetleri/ Seçme Şiirler
Can /7.baskı
Çeviri:Makbule Aras

Mavi Posta Kasım Sayısında Yayımlanmıştır.

29 Eylül 2017 Cuma

Ekinoks



her ömrün bir eylülü vardır

onca yaşadım 

şimdi bildim

Murathan Mungan





"Sandaldan iki dediğimde sen, üç dediğimde  ben atlayacağım." dedi . Kıyıya kadar yüzülecek, yarışı kaybeden biraları  ısmarlayacaktı.  Kabul etmedim, "Birlikte," dedim. "Üç dediğinde."
"Olur." dedi. En azından vicdanı rahatlamıştı. Her kulaçta O'nu kontrol ediyordum, istese benden önce bitirebilirdi, eşitliği seçti. Kıyıya birlikte çıktık ve uzandık. Dalgaların  çekilirken,  çakıl taşlarının yuvarlanışından çıkan o eşsiz melodi ile soluklandık.

Bu bir barışmaydı, biraz karşıyla, daha çok kendimle.

Yokluğunda en çok yeşil gözlerindeki  derinliği özlemiştim. 
Seyretmeye doyamadığım bir ormanı, sürekli belleğimde  taşımanın ağırlığı vardı yüreğimde. Bu ada tatili bize iyi gelecekti. Bedenlerimiz ve ruhlarımız özlediği her şeye kavuşacaktı.

Her kavgada, içimden tuğlalar düşüp tuz buz oluyorken,  yeniden  asla  tamir olmaz dediğim duygularım, her defasında eskisine göre daha sağlam inşa edilmiş oluyordu.
Üzerine çok düşünüyordum; ne  ayrı kalabiliyorduk  ne de birlikte olabiliyorduk. Peki neden kopmuyorduk? Her seferinde son deyip, sonlandıramadığımız şey miydi aşk? Yoksa hiçbir tarife sığmayan şey mi? Olması için ne gerekiyordu? Yanıtı Stendhal’ın 'Kızıl ile Kara' romanındaki cümlede saklıydı: “Eşitlik olmayınca aşk da olmaz”.  Yaşı, mülkiyeti, entelektüel birikimi kısaca her şeyi eşitlemek... Sende fazla olanı  karşıya vererek, bir şeylerden vazgeçerek, verdiklerinin yerine karşıdan bir şeyler koyarak olabilirdi. Bunu başarmaya başlamıştık.

Yanında olmak isteyip de olamadığım bir akşam,  “Bu geceyi ömrümden düşmesinler.“ diye yazdım. Gelen yanıt: “Sensiz geçen hiçbir anı benim ömrümden düşmesinler....” oldu.
Fırtınada tutunacağı dal gibi tutunacağı cümleleri, harç görevi gören anları olmalı insanın.

Eylülü seviyordum.
Denize ve karaya tutkusu eşit olan nadir insanlardanım. Eylülün sararmış yaprakları arasında dolaşırkenki hüznü, denize girdiğim zamanki neşeyi ve ferahlığı seviyordum.

Tatil programını yaparkenki tarihin manidarlığının gözünden kaçmadığını tahmin ediyordum, ama tarihe dair bir şey demediği için sezdi diye kendi kendimi yiyordum…

Rezervasyonu yaptırırken pansiyon sahibine sürpriz  doğum günü  kutlaması yapacağımdan bahsedip gerekli hazırlıkları rica etmiştim. Tatilimizin son gecesine denk geliyordu.  İlk iki gün pansiyon sahibi ablayla kaş göz işaretiyle işbirliğimizi  tatlı bir oyuna dönüştürmüştük. Her şey yolundaydı.

9 Şubat 2017 Perşembe

Veda


Geleceksen bir gün düşüp ardıma
Kula değil, yüreğine sor beni
Sabahattin Ali



Yabancısı olduğum bu şehirde bir tanıdıkla karşılaşmış  gibi, belki de aylardır süregelen alışkanlığımdan kurtulamadığım, siluetini ufuk çizgisine yerleştiğim için, derin bir özlemle seyrediyorum denizi.

Sırtımı surlara dayayıp, yüzüme vuran iyot kokusu belleğimi tazelerken rüzgar saçlarımı dağıtıyor. Şuursuzca geldiğim bu noktada, şuursuzca duruyorum. Kelimeler zihnimdeki şaryoya yerleştirdiğim beyaz kağıda on parmak daktilo yazan birisinin hızında akıyor. Sebebini biliyorum. Bunları ona söyleyememiş olmak. Defalarca tekrarlamaktan müsamere çocuğu gibi ezberlediğim cümleleri ona söyleyebilseydim, çoktan unutulup gitmiş  bu “tahammül mülkünden” kurtulmuş olacaktım. Ama öyle bir zaman olmadı…

Yapmak istediklerimizin listesi şimdi yapılamayacaklar listesi oldu…Ben otururken gelecek saçlarımı toplayacak , boynumdan öpecekti. Yüzüme hüzünlü bir tebessüm oturdu.

Elimdeki telefondan kulaklık marifetiyle kulağıma , kulağımdan tüm hücrelerime ulaşan türkü de Neşet Ertaş “Neredesin sen” diyor. Kaç türkü geçtik de geldik buraya.

Gün batımı buluşma saatini haber veriyor. Sorup öğrendiğime göre gideceğim yer çok yakın, yavaş yavaş yürümeye başladım. 

İnsanın her an yanında olacak bir dostunun olması, gönlünü tam açabilecek samimiyete erişmesi büyük varlık.

Mekana geldiğimde, bahçenin ucundaki son masada, her zamanki şıklığıyla, bekliyordu. Onu gördüğüm an heyecanım mı özlemim mi ağır bastı bilmiyorum.
Bildiğim güvenli bir limanda olduğum duygusunu hissettiren kokusunun, birazdan anason ve iyot kokusuna karışacağı.

 Hep olduğu gibi, zor günlerimde karşımda… 

 “Muhabbet dediğin karşı karşıdır” Karacaoğlan sözleri Musa Eroğlu’nun sesinden oturduğumuz bahçeye yayılıyor… 

Severim böyle tesadüfleri, yerine denk gelen türkü, mevsiminde okuduğun kitap gibi; "Kar yağıyor" der, tülü aralarsın, sokak lambasının etrafında uçuş uçuş kar taneleri...

Türkünün etkisi miydi yoksa varlığının mı bilmiyorum gün boyu düşündüğüm şeyler, geldi sözcüklere dökemeden göz pınarıma toplandılar. Susarak özleyenlere has tavırla, susarak denizi seyrettik… 

Sessizliği dost sesi böldü

 -Karadeniz kıyısındayız ama rakı Ege’de içilir, dedi
-Rakı türküyle içilir dedim
 -Rakı muhabbetle içilir dedi. 
-İçimizdeki dahil diyemedim.

25 Kasım 2016 Cuma

Hoş Geldin


“Her geri dönüş hikayesi, gelecek olarak geçmişimizi seçmektir aslında.” 
Mehmet Eroğlu/ Kusma Kulübü/S:21








“anlamak, sevgilim, o, bir müthiş bahtiyarlık/ anlamak gideni ve gelmekte olanı” diyor Nazım. Anlamak tecrübe işi biraz da. Tecrübe güzel bir şey, olacak olanları biliyorsun; tecrübe güzel bir şey değil, olacak olanları biliyorsun…

Sil baştan yaşayacak dermanın olmadığına, yeni bir enkazı toparlayacak gücün kalmadığına inandığında, her şeye gönlünü kapattığında aslında yaşamın sana öğrettiklerine sığınıyorsun.
Gelmekte olan kışa çoktan uykuya yatmış gibi; derin sakin bir yaşamı seçiyorsun. Ummadığın bir anda, bir el omuzuna dokunuyor; gözlerini açıyor, bir dinginlikle uyanıyorsun. Yaralarının kabuk tutmuş, ağrılarının dinmiş olduğunu anlıyorsun. 
Yaşam bu, gelmeler de olacak gitmeler de. Mesele o med-cezirden kıyımıza ne kaldığı. Her bir gelen yeni bir sevme, giden ise hayatın kekremsi tadının çeşidini öğretiyor… Sevmeyi sevilmeyi becerebilmek de ayrı bir sanat; yapıtın başarısı da gidişte saklı.