Gece boyunca fırtınanın
uğultusundan hiçbirimiz uyuyamamıştık. Dedem, mahsulünün durumunu görmek
istemiş olacak ki, günün ışımasıyla kendini fındık bahçesine attı. Kapıdan
içeriye girdiğinde elindeki kırılmış fındık dalları kadar kırgın
görünüyordu dedem. “Bu rüzgâr değil, bu bir afat,” diyerek zararın
büyüklüğünü anlatmak istercesine bahçeden topladığı dalları babaanneme
gösterdi. Yeşermesi için onca emek verdiği bahçesindeki kırılan dallar, onun kırılan
umutlarıydı.
Çaresiz, ağır adımlarla gelip
divana oturdu. Elinde tuttuğu dal demetini ayaklarının ucuna, yaz kış
kurulu duran, kuzine sobanın önüne bıraktı. Dallar, üzerinde büyümekte olan
fındıklarla öylece uzanıyordu. Fındık yaprağının alt kısmı daha mat ve damarlı,
üst kısmı daha parlak ve pürüzsüz olur. Bu ağaçta olsun yerde olsun,
ışığın da oyunuyla bakana ebruli bir görüntü verir. Ama o an dedemin gördüğü renk
hoşluğu değildi, bu yıl için ve gelecek yıllar için tek geçim
kaynağının uğradığı zarardı.
Uzun süre sessiz soluksuz öylece
hiç konuşmadan oturdu. Bakışlarımız buluştuğunda, hüznünün bize de yansıdığını
anlamış olmalı ki, doğruldu, boş meyve sepetini koluna taktı, “Haydi,” dedi.
Dedem önde biz arkada bahçeye doğru yollandık. Dedemin sessizliği bize de sirayet
etmişti, hiç konuşmadan ilerliyorduk. Şiddetli rüzgâr neredeyse dalda meyve
bırakmamıştı. Elmaların kimisi yeşil çimende mercan gibi parlıyor, kimisi rüzgârın
savurduğu ot, yaprak, çalı çırpı altında saklanıyordu. O saklananları bulmak o
anki oyunumuzdu. Neşemiz yerine gelmeye başlamıştı. Ta ki, dedem yerdeki kuş
yuvasını fark edene kadar. “Eyvah!” dediğinde iş işten geçmişti. Geceki
rüzgârda daldaki kuş yuvası yere düşmüş, yavru kuşlar yere saçılmış,
üzerleri çalı çırpıyla örtülmüştü. Ayağını YERDEN kaldırdığında korktuğu
başına gelmiş, yavrulardan biri ezilmişti.
Dedem, ufak tefek, hafif göbekli
normalde dudağında hep neşeli türküsü olan şen bir adamdı. O şen
dedemden eser yoktu. Bu da bir “afat”tı onun için. “Dizlerimin dermanı kesildi,”
dedi. Olduğu yere yığıldı. Üzüntüsünü,
çaresizliğini anlamıştık. Biraz oturup toparlandıktan sonra kalktı, yuvayı
önündeki fındık dalına sağlam bir şekilde yerleştirdi. Yerden yavruları
topladı ve yuvaya koydu. Doğayı sevmeyi, hayvanı sevmeyi, elemi,
kederi, umudu, umutsuzluğu köyde öğreniyor insan. Biz de okul tatillerinde
dedemle geçirdiğimiz zamanlarda öğrendik.
Tıpkı Fakir Baykurt’un okuduğum
bu güzel romanında dediği gibi; “Asıl okul köyün kendisi. Yazlar, kışlar,
tarlalar, dağlar, yalçın kayalar! Yalçın yaşam. İnsanı insan eden yaşam.”1
Emekle üreterek o tatlı yorgunlukla
tüketerek yaşanan yaşam.
Coğrafyası, iklimi, doğası farklı
olsa da çilesi benzer köylerin; zahmet yokluk ve yoksulluk. Eğitime
ulaşma güçlüğü de cabası. Oysa köylerinde eğitim, eğitmen
isterler; “Hem de sadece A’yı B’yi değil, iş gücü, hak sormayı, hak almayı
belletecek eğitmenler” 3 Okuyana değer verir, onların önce kendini,
sonra köyü, sonra memleketi kurtaracağına inanırlar.
Bizde yeşil, bozkırda kuru dallar
“direnç türküsü” 6nü söyler.
Biz yeşilin maviyle buluşmasının
coşkunu yaşarız, bozkır, sarının ve
toprak renginin hüznünü. Biz de hoyrat tepeler, dik yamaçlar mevsim geçişlerinde
görsel şölen sunar, bozkırda ise, düz ovalar sonsuz ufuklar…
Kır Abbas gibi dedem de biraz
küfürlü ama komik konuşurdu. Kır Abbas’ın kaplumbağayı, dedemin yavru
kuşu kazara öldürdüğündeki keder de aynıydı. Adını koyamasalar da
yaşam hakkına saygı, yaşayana sevgi vardı. “ İnsanın çenesi değil, yüreği
konuşmalı” ydı.2 Yürekleri
aynıydı.
Romanda ilerledikçe çocukluğumun
köyü gözlerimin önüne geliyordu.
Dedemlerin evini
hatırlıyorum, çift giriş kapısı olan toprak mutfakta
soba yazları da fırın görevi gördüğü için hiç kaldırılmazdı. İki oda
tahta döşemeli ve evin alt katında ahır. Arka cepheden bakıldığında tıpkı Kır Abbas’ın
dediği gibi “Kaplumbağaya benziyordu.”4 “Dünyadan bezip yere
kapanmış. Yürümek istiyor, yürüyemiyor gibi.” 5 Öyle kasvetli
görünürdü. Fakat bizde de bozkırın sarı otlarına inat ağaçlar gökyüzüne
erişmeye çabalıyormuş hissi verecek kadar uzundu. Gölge derdimiz hiç
olmazdı.
Tozak köyünde dağdan, taştan bağ
yaparlar kıymetli olur hazine gelir el koyar. Biz de dik yamaçlarda filizden
ağaç yaparlar rüzgâr, kasırga gelir biçer yerle bir eder ama küsmezler; çünkü yeniden
yeşertmeyi bilirler.
Yazar, önsözünde
hüzünlü oldu bu roman diyor, benim için de hüzünlü bir okuma oldu…
Anadolu'da bir köyü okurken
Karadeniz'deki bir köy burnumun direğini sızlatıyorsa, bu edebiyatın ne kadar
yaşamın içinde olduğunun kanıtıdır.
Fakir Baykurt /Kaplumbağalar /Literatür
Yayınları (19. Baskı)
1:Sayfa 325 2:Sayfa
326 3,4,5 :Sayfa 49 6:Sayfa 8