“..dün, bugünün anısından ve yarın, bugünün düşünden başka bir
şey değildir”
Halil Cibran/ Ermiş/ s:34
Hazirandı.
Havanın serinliği mevsimi yalanlıyordu. Bu biraz gecenin, biraz da hikâyeyi
dinlerken kanımın çekilmesinin etkisi idi.
Dinlemeyi çok
arzu ettiğimi biliyordu, ama yol boyunca tek bir kelime söylemedi. Ben de ısrar
etmedim. Çünkü tembihliydim. “Sana bunu
orada anlatacağım” demişti. Bir şeyi ikinci kez söylemeyeceğini, o noktada
susacağını bilecek kadar iyi tanıyordum onu. Israr etmeyişimin sebebi merak
etmemem ya da içimden “Ya ne olurdu, yol
boyunca azar azar anlatsa, dinleye dinleye tüketsem yolları, vardığımızda, tam
söylediği yerde final yapsa” demediğimden değil, onu bildiğimdendi.
Bir buçuk saat
uçak yolculuğunun ardından havaalanında kiraladığımız araçla, iki saat de kara
yolculuğu yaptık. Benim için hatırı sayılır bir yolculuktu. Ama ne hikmetse hiç
yorgunluk ve ağırlık hissetmiyordum. Aksine dingindim.
Ege’ye varış
benim için gündüz gözüyle olmalıydı. O maviliğin gözlerimden başlayıp
iliklerime kadar teneffüs etmesini sevmişimdir hep. Gecenin ışıltısı, ışıkların
suda yansıması da ayrı bir güzellik, hatta görsel şölen, ama tercih şansım olsa
her zaman gündüzü seçerim. Olmadı. Hava kararmaya başlamıştı.
Kuşadası’nın
girişinde heyecanım arttı. Sessizliği bölen olmak istemediğim için bir şey
sormadım. Ama meraktan ölmek üzereydim. Önce rezervasyon yaptırdığımız
pansiyona mı gidecektik, yoksa bana öyküsünü anlatacağı yere mi? Her ikisine de
hazırdım. Ben düşünürken, bir balıkçı barınağının önünde el frenini çekti. Önce
öyküyü dinleyecektim.
Yolda durup,
şarap, kadeh ve tirbuşon almasından anlamalıydım aslında…
Hiç konuşmadan
araçtan indi, onu izledim. Bagajı açtı, orayı tezgâh gibi kullanıyordu. Şarabı
kadehlere doldurdu. Birini bana uzattı. Aracı park ettiği yerin az ilerisindeki
banka doğru yöneldi. Galiba neresinden başlayıp, ne kadarını anlatabileceğini
tartıyordu. Bu sessizlikte; onun anlatmadan, benim dinlemeden dolan
gözlerimizin de payı vardı. Onun için anlatmak ne kadar zorsa, benim için de
dinlemek…
Oturdu. Yanına
iliştim. Sevgili gibi değil de yeni tanışan iki arkadaş gibiydik. Onun kadehi
aramızda, benim kadehim elimdeydi… Uzaktan bakan birisi, bizi tesadüfen oraya
gelmiş oturmuş iki insan zannederdi. İkimizi bir araya getiren öykünün böyle
ayrıştırmasını yadırgamadım. Çünkü o an benim yanımda değil, anılarının içinde, bitmiş olmasına rağmen kıskandığım kadının yanındaydı. Bitmek! Aşkta var mı? Bence yok…Mungan'nın öyküsünün son cümlesini anımsadım "Bir aşk birçok aşktan yapılıyor ve ayrılınmıyor hiçbir
seferinde!"
Deniz,
kayıklardan yayılan renkli ışıkların yansımasıyla uzaktan izlenen lunaparka
benziyordu.
"Burası” dedi. Nefesimi tuttum.
Onun için ne kadar özel olduğumu,
buraya kimseyi getirip anlatmadığını, bunun istisna bir durum olduğunu
söylemeyeceğini biliyordum. O da söylemediği halde bu ayrıcalığın farkında
olduğumu biliyordu. Beklediğim gibi konuya direkt giriş yaptı
“Âşık olmuştum.”
Şu karşıki
kayıkta çilingir masamı kurmuş gün batımını izliyordum. Ne zaman gelip bu banka
oturduğunun farkında değildim. Sigaramı yaktığım an, geldi, “Çakmağınızı alabilir miyim” dedi,
“İsterseniz rakı bile alabilirsiniz” diye cevap verdim. “İsterim” dedi ve yanıma oturdu. Bir iki kadeh içtik, havadan sudan
konuştuk, hoş muhabbet oldu. Müsaade istedi ve gitti.
Sabahtan başlayıp bütün gün, tekrar gelir mi acaba diye içten içe düşünürken, oyalanmak için balığa çıktım. Gelirse yemeğimiz hazır olsundu. Oltayı attım ucunda balıkla çektim. Balığa baktım; onu tekrar denize atsam, özgürlüğünü versem, o bunu ister miydi? Yoksa “Sana ne be adam, geldim işte, gerisi benim sorunum” mu derdi. Bunu düşündüm, onu düşündüm derken akşam oldu. Aynı saatlerde yine çıkıp geldi. Bu kez doğrudan doğruya kayığa. Renk skalasından oluşan puzzlemın noksan parçası tamamlanmış oldu gelişiyle. Mangalda yanan ateşin kırmızısı, gün batımının turuncusu ve saçlarının sarısı karşısında manzaram doyumsuz, sohbet akıcıydı. Nerelisin, ne yapıyorsun, burada mı yaşıyorsun hiçbir şey soramadım. Sohbetin sonunda sorarım diye erteledim, galiba biraz da bilmekten korktuğum için erteledim. Anı yaşa derler ya, anı yaşadık… Yine müsaade istedi ve gitti. O esriklikle uyumuşum.
Sabah uyanınca
başladım kendime küfretmeye, nasıl hiçbir şey sormazsın, nasıl hiçbir bilgisini
almazsın… Ya gelmezse diye kaygılanıyor ama diğer yandan da belki gelir diye de
ümitlenip hazırlık yapıyordum… Bu kez üzerime bir ağırlık çöktü, aperatiflerden
bir masa hazırladım.
Tüm organlarımın
yer değiştirdiği, hiç birine söz geçiremediğim, bildiklerini okudukları o saat.
Gün batımı; gelişini haber veren bir alarmdı artık benim için.
Bu kez çok kararlıydım, gelir ise, onu yakından tanımak için ne gerekiyorsa soracaktım. Aynı saatte elinde el işi bir masa örtüsü ile çıkıp geldi. Örtüsüz masada yemek yemeyi sevmiyormuş. Katıla katıla güldüm; kayık ve örtü. Bir kaç kadeh içtik, aynı türküleri sevmek, aynı dünya görüşüne sahip olmak, konuştukça sevinçten çıldırayım mı yoksa kahrımdan öleyim mi bilemiyordum. El işlerine olan merakından, yöresel motiflerden bahsetti. Hiç ilgilenmediğim bir konu olduğu halde onu saatlerce dinledim. O mu güzel anlatıyordu, konu mu değişik gelmişti bilmiyorum.
Kayığın sudaki
hafif hafif sallanışı, konuşmanın ritmi, sarhoşluğun etkisi ile sanki dans
ediyormuşuz hissini yaşatıyordu bize. Bir ara durgunlaşınca önemli bir şey
söyleyeceğini anladım. “Bu gece burada
seninle uyumak isterim.” Rahat edip edemeyeceğini sorgulamadım, öyle
istemişti. Mutlu oldum. Omuzlarımıza polar şal aldık, başı göğsümde, kokusu
burnumda öylece uyuyup kalmışız. Uyandığımda yoktu. Omzumda bir boşluk, masanın
üzerinde maket bir daktilo ve not vardı. Yaz. Mevsimi niye yazmış derken,
birden şimşek çaktı. Yaz, okuyacağım demek istediğini anladım… Yaşananlar düş
müydü, gerçek miydi diye düşündüm. Masada örtü ikinci bir kadeh ve hediyesi
olmasa, kesinlikle düş derdim. Akşam oldu, gün battı gelmedi. Sırtüstü uzandım.
Aşk insanı
kündeye getirince, yıldızların nasıl parlak, nasıl uzak, nasıl dokunulmaz olduğunu
anlıyorsun.
Aşk, gidenin
ardından yüreğin sızlaması, yeri dolmayan bir boşluk ve geleceğine dair ümit
imiş…
Dünya benim
için kum saati idi artık; gün batımında getirdiğini gündoğumunda alan.Toparlanmam
hayli zaman aldı.
“Sonrasını biliyorsun” dedi.
Konu bana
gelince yine sustu… O maket daktiloya dokunduğumdaki bağırışını, kırgınlığımı
hiç unutmayacağım… Özür dilemeden, kendini affettirmenin en naif yolunu
seçmişti. Sana bunu yerinde anlatacağım dediğinde çok derinlerinde sakladığı
özel bir anısı olduğunu anlamıştım.
Yarım kalan
aşk öykülerini ancak ölüm tamamlar.
Onun bir
tarafı bu hikâye ile ölmüştü, onun için üşümüyordu. Ben ise üşüyordum ama bunu
ona söylemiyordum.
Güzel bakıb güzel gören yüreğine sağlık harika bir yazı olmuş. Tam da sana yakışır bir yazı olmuş.Blog u açar açmaz yazının başlangıçı beni içine cekmeyi başardı. Bir anda yeni bir kitaba başlamış casına heyecanla okuyordum ki ... son.
YanıtlaSilGüneşin doğduğu da bir gerçek battığı da… Kalbin attığı da bir gerçek, günün bittiği de…
Aşk kaçmaktan çok kovalamak, görmekten çok özlemek, gitmekten çok beklemek, dokunmaktan çok düşünmektir.
Daha eğitimden başlayarak insanlarımız “ya topçu ya popçu” kafasıyla büyüyor ve malesef uyumayı maharet sanıp vakitletinin büyük bir kısmını yatakta ,yada tv başında gecirerek yaşıyorlar. Bu durumda paylaştığımız bir karikatür tabi ki saatlerce uğraşıp yazdığınız blog yazısının önüne geçiyor.
Yazın için teşekkür ederim, yeni yazılarda buluşmak dileği ile. :)
Sevgilerimle Zülal Erdönmez