"Özlemin azı çoğu olmaz, ağırdır işte"
Nazım Hikmet Ran
Gezi için gittiğimiz köyde, tüm ekibi atlatıp; yazın sıcağını hafifleten, kır çiçeklerinin kokusunu ıhlamur kokusuyla harmanlayıp, ruhuma dolduran hafif esintiyle, kendimden geçmiş bir şekilde, aheste aheste dolaşıyordum… Sanki tüm köy, hayvanlarıyla birlikte öğlen uykusuna yatmıştı…
Çapanın taşa denk geldiği yerde çıkan metalik sesle irkildim, sese doğru yöneldim ve o an yaşlı teyzeyle göz göze geldik… Yaşından beklenmeyecek kadar çevikti hareketleri… Yoruldum dedi ve çapaladığı bahçenin kenarındaki yüksekliğe oturdu… Yüzünün terini sildiği tülbendinin uçlarını, birer omuzundan arkaya doğru attı. “Ama geçer”, gülümsedi “geçmeyen bir tek yorgunluk vardır;o da özlemin yorgunluğudur…” dedi, o an gayri ihtiyari yanına iliştim… Durup düşündüm, gerçekten, hayata dair en yorucu duygu, benim için de özlemdi… Ta derinlerimden sarsarak geldi bu cevap…
“Bazen alışırsın varlığına, kuş tüyü gibi hafif gelir, hatta varlığını unutur onunla bütünleşip yaşarsın. Bazen bıkarsın ağırlığından, altında ezilmekten, taşımaktan, adım atamamaktan, dizlerinin dermanının kesilmesinden... Kurtuldum deyip, en başa dönmekten bıkarsın…”
Bana Sisifos’ un kayasının özleme bürünmüş halini anlatıyordu… Sessizce dinlemeye devam ettim…
O kayayı balyozla parçalamak, en tepedeyken olanca gücümle fırlatmak istediğim anları sustum…
“Dinmeyen özlemler, dinmeyen öfkeler doğurur…” dedi.
Biliyordum. Yorgunluk ve bıkkınlığın hissettirdiği yılgınlıkla davrandım. Bin kere bunu yapar mısın diye sorsalar, bin kere yapmam diyeceğim şeyleri, ardı ardına yaptım. Son diyerek aradım. Bu son diyerek yazdım. Ve bu son diyerek bekledim. Sonlar sonlara karıştı…
Ortak acımız vardı, dinlemek yaramı kanatsa da, onu dinlemek hazzından kendimi mahrum bırakamazdım… Benim dinleme, onun anlatma arzusu kucaklaşmıştı. Acısına ne kadar kıymet verdiğimi anladı ve anlatmaya devam etti…
Kokusu oksijen kadar gerekliydi dedim içimden; öyle hissetmiştim. Boynuna bir kere kollarımı dolayıp, kokusunu içime çeke çeke öptüm mü, tüm dertlerimin biteceğini, sonrasında doya doya nefes alabileceğimi sanmıştım…
Bunlar içimde devinirken, yüreğimi yakan sorular belleğimde şimşek gibi çaktı. Cevabından korktuğum sorular, şimşeğin çakışıyla aydınlanan gece kadar ürkütücüydü. Bu kayayı neden tek başıma taşıyorum? Birlikte yaşananın acısını niye bir başıma çekiyorum? Bu bir yanılsama mıydı?.. Yanlış soru doğru cevaba gitmez derler ya… sorular başkaysa ve ben o soruları bilemiyorsam ya da bulamıyorsam… Kayayı yuvarla dur…
Geçmiş zaman, şimdiki zaman olup anılarımın içinden tüm hışmıyla akıyordu…
“Sen tükenirsin, özlem tükenmez. İvazsız bekleyiştir özlem” dediğinde dayanamadım sordum.
-Sen çok mu özlem çektin teyze ?
Derin derin ah çekti…
“Eskilerde sevmek ayıptı, söylemek zaten mümkün değildi. O zamanlar öyleydi. Komşu oğluydu… Evlerimizin kapıları birbirine bakardı... Komşuluklar şimdiki gibi değildi, sıkça birbirimizin evine girip çıkardık…
“Onu gördüğümde heyecandan elim ayağıma dolanırdı… Bana bakması hoşuma giderdi ama bir o kadar da utanırdım. Bizim zamanımızda sevmek, konuşmak demekti, bakışmak demekti. biz sevgiyi hissederek yaşadık. Sevdiğimize sevdam derdik ama bunu dilimizle değil, yüreğimizle söylerdik…Bir yolunu bulup, bahçeye birlikte gidebiliyorsak yaptığımız iş değil de eğlence olurdu bize… Onunla yan yana yürüyebilmek için kadınlarla bahçede çalışacağıma erkeklerin taşıdığı sepetleri taşırdım. Onunla bir adım daha fazla atmak için karda buzda bile ormana odun yapmaya giderdim… Bir sefer yolda bir fırtına bir tipi tuttu bizi, adım atmak mümkün değil, korkuyoruz, üşüyoruz. Ne zaman diner bilmiyoruz. Yola devam etsek, yanlış yöne gideriz derdi var… Doğanın bütün zorluğuna rağmen birlikte olmanın heyecanıyla bir ağaca yaslandık, bekleyelim dedik… Açtı parkasının düğmelerini, başımı yasladı göğsüne, sardı beni. Ömrünü ömrüme ilikledi sanki... Ne kokusunu ne sıcaklığını hiç unutmadım. Ömrüm orada bitseydi hiç gam yemezdim… Değil karı fırtınayı, soluk almayı unutmuştum… ”
“Bizi hiçbir şey ayıramaz sanıyorduk. O askere gitti, beni istemeye geldiler. Tabii benim fikrimi soran olmadı… Söz kesildi… Benim okumam yazmam yok, haber edemedim. Kimseler de söylememiş… Düğün günü baktım gelmiş… Uzaktan baktı, bakışı kor gibiydi.. . Ben gelin masasında kanlı yaşlar döktüm…” “Gitmem o düğüne, gidersem onu alır çıkarım.” demiş. Büyükler “El var ar var… Gideceksin bir görünüp çıkacaksın…” deyince mecbur kalmış. Eskilerde her şey zordu ama sevda en zoruydu… Düğünden çıkıp bahçelere gitmiş, saatlerce toprağa kapanıp ağlamış… ” “Yanında birisiyle görmektense, onu ömür boyu görmemeyi yeğlerim” demiş.
Ben teyzeye mi ağlıyordum, kendime mi bilemeden, ağlıyorduk… İkimizin iki gözü iki çeşme…
“Onunla kullanırım diye geceler boyu, gaz lambasının ışığında işlediğim nakışlar, iğneleri üzerilerinde kaldı sanki, kullandıkça battılar, battıkça kanattılar… Bayramlar bize azap oldu… Görüşmek, usulen bayramlaşmak zorundaydık… Birbirimize küs değildik, biz feleğe küsmüştük… Özür dilemesi gereken oydu. İkimizin de ne suçu vardı ne günahı. “
Duruşundaki vakara inat, elleri, toprakla uğraşan herkesin elleri gibi çatlak çatlaktı. Tırnaklarının uç kısımlarında kalan kınayla, yaşla gelen benlerin uyumu, ellerini daha bir öpülesi kılıyordu. Yüzündeki çizgiler acılarının kitabesi gibi; derin, uzun ve yoğundu… Ufuk çizgisine bakarak konuşuyordu sanki bana değil de, orada birisine anlatıyordu. Biz kıyı şehrindekiler kaybettiklerimizi hep ufuk çizgisinde ararız...
Gözlerinin kızarışından anlıyordum; konuştukları lavdı; sustukları mağma.
“Ben yorganı her başıma çektiğimde onun kokusunu aldım… Yorganı başına çektiğinde kimin kokusunu alıyorsan sevda onadır, özlem ona” dedi... Hüznün şahikasındaydık.
Usulca kalktım yanından. Ben yoluma, teyze işine koyuldu… Yüküm biraz daha artmıştı…
Koku…Sevda…Özlem…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder